“Hayatın başlangıç noktası nedir? Yaşam nasıl başlar? Şu anki hâline gelmiş vaziyette bulunan yaşamın başlangıcına gidip onu oluşurken görebilme imkânımız var mı?” Böyle bir imkân yoksa yaşadığımız arenaya dair bildiğimiz tüm var oluş anlatılarının kendi içerisinde belirli nedensellikleri takip eden göstergeler nazarında meydana geldiğini düşünmeye eğilimli oluyoruz. Zira hâliyle görülemeyen bir şeyi bilebilmek için geriye başka yollar kalıyor. Bu yollar ekseriyetle birbirinden farklılık gösteriyor olsa bile en nihayetinde hayat her bir kişi için “görme biçimleri”nin kendisiyle sınırlı olmaya başlıyor. A kişisi hayatı maddesel boyutu ile görür ve öğrenirken B kişisi mana bölümüne odaklanarak hayatın izlerini soyut var oluşlarda arıyor. Maddenin görebildiği yere kadar ile mananın gidebildiği sınırlı noktaya gelindiğin de ise hayata dair olanı bilebilmek bir tıkanıklık oluşturarak bu kez bilmek isteyenler ile sadece olanı yaşamaya gelenler arasında bir farkı günyüzüne çıkarıyor. İnsanın ise hangi tarafta olacağı ya da hangi tarafı seçeceği anlam dünyasının oluşumundaki ilk etmen konumunda yer alıyor. Maddenin ötesini göremediği ve mananın sınıra ulaştığı noktada öncesinden beri kendisi ve dünya için anlam bulmaya çabalayan insan, birkaç farklı yöne bakışını çevirerek bilmediği hususlarda inanmayı tercih ederek hayatını idame ettiren bir varlık hâline geliyor. Sözgelimi mevcut olan tüm bu anlatıyı spesifikleştirdiğimizde, dünyanın maddesel anlam açıklamasını sunan bilim ile manevi açımlamasını aktaran tüm spiritüel veya dinsel bakışların açıklamalarının tıkandığı yerde devreye “inanç” veya “inanma” eylemi girdiğinden bahsedebilmek mümkün olabilir vaziyette yaşam arenasında konumlanmaya başlıyor. Peki böylece inandığımız bir dünya tasavvurunda ne biliyor, görüyor, onun hakkında duyuyor ve yaşıyoruz? İnancın bakış hâline geldiği bir ortamda bakışın inançtan ayrımlaşarak özgün ve hakiki biçimde kurulabilmesi mümkün olabilir mi (bu durumda hakikat nedir sorunsalı da düşünülmeli)? Bu sorularımıza doğrudan “öğrenmiş” olduğumuz cevaplardan kesitler sunmak yerine gelin şöyle bir farklı olasılıklar “ütopya(!)”sında gezintiye çıkalım…
Size aniden bir soru silsilesinin sorulduğunu düşünün: “Dünya nasıl var oldu, oluşumundan sonra hayat nasıl ilerledi ve gelişti, insan nasıl bir süreçten geçti ve en nihayetinde tüm öteki geçmiş insanlardan sizin varlığınıza geldiğimiz bu zamanlama ve arenada sizin varlık amacınız nedir ya da herhangi bir varlık amacı var mıdır?” Nasıl cevap verirdiniz? Muhtemelen ikiye ayrılan insan cevapları biçimiyle karşı karşıya kalacağız: “Bilmek isteyen ve iradi biçimde bakışını saflaştırmış/sıfırlamış” profilin yanıtı ile “sadece var olanı yaşamaya gelmiş öğrenilmiş göstergelerin diliyle konuşan” profilin yanıtı… Şimdilik hangi profilde olduğumuzun bir önemi yok fakat az önce sorduğumuz soruya yeni bir dünya gözüyle bakarak farklı yanıtlar sunabilmek için ilk bahsettiğimiz insan profili kılığına girmemiz gerek… O hâlde buyrun ihtimaller arasında var olabilecek ya da gerçekte belki de zaten var olan şu dünya ve insanın gelişim aşaması anlatısına kulak kesilelim… Ursula Le Guin “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar” kitabının “Çuval Kuramı ve Kurgu” kesitinde, ilk insanın ya da insanlar topluluğunun bir günlük yaşam hikâyesine/rutinine dair gezintiye çıktığında günümüzden geçmişe yönelik muhtelif sayıda anlatılar üretebileceğimizi (elimizdeki göstergelerle ancak üretebiliriz, kesinliği olmayan bir tarihsel arenada yaşadığımızı vurgulamak için bu söylemin kullanılması tercih edilmiştir) vurgulayarak tarihe ve tarihsel anlatıya yeniden bakma girişimde bulunur.1 Üstelik bu anlatıyı mantıksal çerçevede okuyucunun zihninde kendi kendisine sorular sorabilmesi vasıtasıyla gerçekleştirir. Metnin zihinlerde bıraktığı en temel soru olan “İnsanlar sizce ilk olarak doğrudan kesici aletler ürettiği (etrafının tehditlerle dolu olduğu veya var olanları öyle algılayan insan profili ve bu profilin dolayısıyla avcı olduğu) bir arenanın içinde mi var olmuşlardır yoksa etrafındakileri bilme gayesi ile yürüdüğü, dolaştığı, aradığı ve kendisinin ilk karşılaştığı şeyleri kendisi için biriktirme aracına sahip olabileceği bir çuval ya da toplama kabı gibi bir arenanın içinde mi kendilerini bulmuşlardır?” sorusu, iki farklı tarihsel anlatıyla karşı karşıya kalabileceğimizi göstermeye çalışıyor. Şimdi ise bu soruyla birlikte günümüz dünyasında hangi anlatıyı gerçeklik olarak kabul edip hayat inşamızın tümünü kabul ettiğimiz/inandığımız anlatıya göre şekillendirdiğimizi de düşünerek yeniden kendimizi ve hayatımızı anlayabilir miyiz sorusuna yönelelim… Zira anladığımız hayatın gerçekten bir anlama mı yoksa bir inancın sonucunda domino taşları gibi sıra gelen önceden yaratılmış anlamlar silsilesinin mutlaklığı mı olduğunu idrak edebilmemiz için bu karşılaştırmalı iki soruyu aynı anda düşünmemiz gerek…
Eğer cevabımız bize bu zamana kadarki anlatılan tarihin doğru ve var olduğu gibi olduğuna yönelik ise hayata dair bakışımız ve anlama çabamız inanç boyutunda kalıyor demektir. Fakat eğer bu anlatıya “acaba” sorunsalıyla bakabiliyorsak bu kez anlama çabamız hakikati arzulayan ve anlamı anlamaya çalışan bir göstergeye dönüşüyor. Akabinde ise şu sorular beliriveriyor: “Bizlere bu zamana kadar anlatılan A tarihsel anlatımı ve varlığı gerçekten A’da olduğu veya anlatıldığı gibi mi? A’nın B olabilme ihtimali var mı? A mı yoksa B mi ya da bir başka olasılık olarak C mi? Neden A? Ya da neden B değil?” gibi devam ettirilebilecek sorular dizini insan bakışını değiştiren ve dolayısıyla anlamı arayan bir bakışın doğmasına vesile olan önemli aracılardan yalnızca bazılarıdır.
Hayatın ve var oluşun, var oluş hikâyesinin/üretiminin A değil de B olabileceğini anlamlandırmaya çalışan bu anlatı şimdi biz sosyologlar tarafından “sosyoloji yapma biçimi”ne uyarlandığında nasıl bir sorunsal tablosuyla karşı karşıya kaldığımızı yeniden bakışımızla göstermeye katkı sağlayacak. Fakat öncelikle sosyoloji ile bizlere “öğretilen” anlama arasında nasıl bir bağıntı olduğuna bakmamızda fayda var. Zira öğrendiğimiz “anlam” mefhumu ve ona atfedilen içkin nitelemeler, sosyolojinin kendisinin ne olduğuyla yakından ilintili. Nihayetinde akademi dilinde ve arenasında sosyoloji eğitimini daha ilk kez almaya başladığımız zamanlarda öğrendiğimiz ilk şey sosyolojinin bir anlama girişimi olduğu kabulü. Henüz öğrenci konumunda biz sosyologlara aktarılan bu anlama kabulünün kendisi ne kadar “inançsal bir bakış” ya da ne kadar “iradi biçimde bakışını saflaştıran/sıfırlayan” bir perspektiftir? Başka bir ifadeyle, sosyoloji sosyologlar tarafından hakikatte gerçekten saf ve katıksız biçimde anlama aracı olarak kullanılabiliyor mu yoksa bu zamana kadar varolagelen belirli kalıplar içerisinden mi anlama çerçevesi içinde kullanılıyor?

Şüphesiz sosyolojinin onu yapma biçimi olarak icra edenler tarafından katıksız bir bakışla gerçekleştirildiği arenalar vardır. Ancak burada odaklanılmak istenen esas nokta, bu durumun gerçekleştirilemediği ya da gerçekleştirilmediği bakışlara ve nedenselliklere bakarak sosyolojinin kendisinin varlığı için çuvaldızı biz kendimiz olan sosyologlara batırmak. Batırmak, çünkü herhangi bir anlam yüklediğimiz sosyolojinin kendisine ne kadar uygun davranıp davranmadığımızın en nihayetinde ürettiğimiz anlamlara/hikâyelere dokunduğunu, onları değiştirip dönüştürme potansiyeline sahip olduğunu ve böylece anlamsal göstergeler yaratarak yaratılan anlamların inançsal bakışlara dönüşerek sabitleşmesine, akabinde ise sosyolojinin ve anlamların dogmatikleşmesine sebebiyet verdiğini söyleyebilmek mümkündür. Sabitleşen inançsal bakışlarla algılanan sosyolojik dünyamız, bakışı tek biçimli bir kategoriye sokarak öteki dünyasal görünümlerin veya anlamların olmadığı gerçeği ile gündelik arenamızın gerçekliğini yeniden üreterek “gerçekliğin sosyal inşası”nda yaşam biçimini, düzenini ve gidişatını tek bir anlatı çerçevesinde sunmaya olanak sağlamaktadır. Bu senaryoda ya da bakışta, A, A olarak anlamlandırılmaya ve var olmaya devam eder. A’nın B olma ihtimali yoktur. Oysaki sosyolojinin kendisine atfedilen esas anlamında olduğu gibi esas gayesinin “öteki”ni görebilmek/anlamak olmasına zıt biçimde gerçekleştirilen bu “sosyoloji yapma biçimi” ile sosyoloji varlığının kendisine nüfuz edememiş olmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Başka bir ifadeyle, sosyolojiye sosyoloji olabilmesine izin vermiyoruz. Sosyoloji yapma biçimlerinde çuvaldızı biz sosyologlara batırmak serimizde ilk olarak tartışmaya açmak istediğim konu kelime dogmatizmi. Dışarıda var olan olguları anlamlandırmak üzere kullandığımız kelimelere bakışla alakalı olan bu meselede esas vurgulanmak istenen şey, kelimeleri onlara önceden yüklenen anlamlar dışında kullanamamazlık dogması ya da algısıyla karşılaşmak. Sözgelimi alan içinde herhangi bir araştırma konusundan A kavramını üretmiş bir B teorisyeninin A kavramını kendi çalışmalarınızın içinde başka bağlamlarda kullanmaya kalkıştığınızda dışarıdan pek çok “bu kavram onunla alakalı değil, B teorisyeni bu kavramla onu anlatmak istemiyor, B’nin kullandığı A kavramı şu meseleyi açıklıyor” gibi saha pek çok olmamazlığa yönelik söylemler duymaya başlıyorsunuz. Daha spesifik ve güncel bir örnekle ifade etmek gerekirse, geçtiğimiz senelerde atlatmış olduğumuz Covid-19 salgınının çeşitli toplumsal tezahürlerini açımlamaya çalışan sosyologlardan bazılarının o dönemlerde içinde bulunduğumuz hâli Ulrich Beck’in “Risk Toplumu” kavramıyla açıklamaya çalışmasına kimi sosyologlar tarafından benzer tepkilerin geldiğini söyleyebilmek mümkündür. Beck’in söz konusu kavramının bu salgının toplumsalla olan ilişkisinde bir açıklama aracı olarak kullanılamayacağı, zira esasında Beck’in bu kavramla başka şeyleri imlediği savunuları kelimelerin dogmatikçe etiketlenmesine ve belirli sınırlar çerçevesinde kalmasına sebebiyet vermektedir. Başka bir olayı açıklamak için üretildiği düşünülen “Risk Toplumu” kavramsallaştırılmasının neden sadece onu ileri süren kişinin nazarıyla sınırlı kalması konusunda baskıcı ve dayatmacı bir tavır sergilenmektedir? Toplum içinde gerek topluma gerekse onun üyelerine zarar veren yahut onların tehdit altında olabileceği ve bu olma biçimlerinin sürekli biçimde ve her an olabilecek potansiyelde olmalarını gösterebilecek herhangi bir mevzuda neden “risk toplumu” kavramsallaştırılması kullanılmasın?

Neden A sadece A ile sınırlandırılmalı algısına tutunuyoruz? Ya da neden Pierre Bourdieu’nun eğitim sistemini eleştirirken kullanmış olduğu “keyfiyet”2 kavramını iletişim, medya, siyaset, duygu vb. çalışmalar içerisinde anlamı dâhilinde kullanmak eleştiriliyor? Kelimelerde önemli olan onların imlemiş olduğu göstergeler mi yoksa onlara yüklenilen bağlamsal anlamlar mı? Eğer kelimelerin imlemiş olduğu göstergeleri öncelersek kelime dogmatizmine kapılma durumuna düşmüş oluruz. Fakat kelimelere yüklenilen bağlamsal anlamları öncelersek aynı kelimelerle muhtelif olayları açıklayabilmenin yanı sıra yeni mefhumların da ortaya çıkabilmesine, kelimelerin anlam zenginliğinin gelişebilmesine, anlamların zenginleştirilmesine, olana farklı açılardan bakabilmeye vesile olabiliriz. Bu metinde kendimize batırdığımız ya da batırmamız gereken çuvaldızın bizlere fark ettirmesini ümit ettiğim şeyi Ludwig Wittgenstein’ın3 şu sözleriyle paylaşmak istiyorum: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.”

Sınırsız dille sınırsız bir dünya tasavvuruna…
- Detaylı bilgi için bknz: Le Guin, U. K. (2006). Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar. İstanbul: Metis Yayınları.
2. Kavramın detaylı anlamı için bknz: Bourdieu, P. (2021). Yeniden Üretim: Eğitim Sistemine İlişkin Bir Teorinin İlkeleri. Ankara: Heretik.
3. Alıntının geçtiği eser: Wittgenstein, L. (2013). Tractatus-Logico Philosophicus. İstanbul: metis Yayınları.