Bir felsefeci olarak, bu yazıyı felsefecilerin toksikliği olarak isimlendirmek istedim; zira bu çok derin bir toksikliktir ve dikkatle ele alınması gerekir. Yalnız, bu toksiklik iddiam davranışsal bir toksiklik değil, teorik bir toksikliktir ve bu teoriden gelen davranışsal yansımalara sebep olur.
Felsefeciler, ister teist, ister ateist, ister sosyalist, ister liberteryen, nihilist, ister anti-natalist, doğal olarak mevcut görüşlerinin doğruluğuna inanırlar. Mesela, Hristiyan bir felsefeci için teslis bir haktır, bir ateist felsefeci için ateizm aydınlanmanın temelidir. Sosyalist bir felsefeci için tüm her şeyin açıklaması ekonomik ilişkilerken, Ayn Randçı bir bireyci için her konu özgürlüğe indirgenir. Ya da bir anti-natalist için doğum kötüdür, vesaire. Hepsinin kendine has “doğru prensip listesi” vardır. Sorun ise bu değildir, neticede felsefenin doğası bir görüşe sahip olmak demektir. Sorun, bu fikirlerin neredeyse hepsinin dinleşmesi, dogmalaşması ve aksi fikirlere epistemik susturma uygulamaya başlamasına sebep olacak noktaya ulaşmasıdır.
Felsefeciler, teologlar, vaizler, papazlar, ya da romalılar; sürekli bir şeyle ilgilenmeye başladıklarında, tüm dünyayı o kavramlar üzerinden görmeye ve o kavramların ötesindeki çerçeveleri ihmal etmeye başlarlar. Yaşamı belirli düşünce çemberlerinden gördüklerinden, zamanla her şeyi bu pencereye sokarlar. Mesela bir teist için, dünyadaki zinanın artışı ahlaki çöküşün sebebiyken, bir sosyalist için her şey ekonomik ilişkilerle ilgilidir. Bireyci için, dünyanın her kötülüğü bizim otonom olamamamızdan gelir.
Felsefeciler, belirli bir düşünce düzeyiyle çok meşgul oldukları için, zihinlerini bu kavramlara endeksler. Ve bu endeksleme süreci – epistemik ve davranışsal toksikliğe yol açmaya başlar. Bu epistemik bir toksikliktir, çünkü dünyadaki her tartışmayı bu kavrama indirgeyerek felsefi tartışmaların doğasını saptırırlar. Davranışsal toksikliktir, çünkü diğerlerinin de kendileri gibi inanması ve düşünmesi gerektiğine dair zorlama yapmaya başlar.
Yayınlarını sadece bu perspektiften yapar, dergilerine bu yazıları kabul eder, sosyal çevrelerini bu önermeler üzerinde uzlaşan – ya da bu önermeler üzerinde uzlaşma yapmadığı halde rakip görüşler olup kendi ayaklarını kaydırmalarından korktukları epistemik (bilgi) gruplarına “entelektüel vergi” verdikleri gruplara göre hizalanmaya başlarlar.
Peki, bu entelektüel vergi nedir? Rakip güçlü görüşlerin hışmından korunmak için, onların daha küçük rakiplerini ezmek ve yok saymak.
Örnek verelim.. Bir ateist felsefecisiniz, kendiniz olarak teist bir toplumda tanrıyı inkar ediyorsunuz. Bunu da ifade etmekten korkmayarak “özgürlüğe ulaştığınız” için bununla böbürleniyorsunuz! Ancak o da ne, sosyal olarak kırılgan bir pozisyondasınız, bu yüzden karşınızdaki hakim hegemonyaya (katolisizm, sünnilik, şiilik, adı her neyse) iyi geçinme çiçekleri göstermeniz gerektiğini var sayıyorsunuz. “Ben korkulacak biri değilim, beyaz bayrak!”
Bu çiçekleri sunarken, o hakim grupların diğer küçük rakipleriyle de mesafe almaya başlıyorsunuz. Yani, “düşmanınızın şerrinden korunmak için,” başka bir epistemik gruba haksızlık yapmaya başlıyorsunuz. Bu da sizi, aslında karşıt olduğunuzu zannettiğiniz fikir dünyasının, yeni bir aparatı kılmış oluyor. Yani siz artık özgür olmuyorsunuz, belirli grupların öfkesini korkmaktan çekindiği için, ezilip bükülen yarım bir varlık formuna iniyorsunuz!
Bu sebeple, felsefecilerin “doğruyu biliyorum” düşüncesi kadar toksik çok az bir şeyi vardır, bu anlamda bir felsefeci olarak, halktan, belirli kalıpları olmakla birlikte daha esnek olan insanlarla, yani “avamla” iletişim kurmayı çok daha sağlıklı bulurum. Yaşamın anlamı hakkında kesin yargıları yoktur, siyasal sistemleri kavradıklarını iddia etmezler (kibirli değilseler), birçok kanıları kesin kanaat değil, genel görü ve belirli taklit ifadelerinden ibarettir. Bu taklitler, çok iyi temellendirilmemiş olduğu için, güzel bir diyalog sonrası kolaylıkla esneyebilir.
Ancak tüm hayatını, tanrının varlığı ya da yokluğu, iyinin anlamı ya da anlamsızlığı, ekonomik sebeplerin belirgenliği ya da etkisizliği gibi, tekil konulara adayan insanların çevrelerinde “belirleyici olma” arzuları, onları toksik, itici kılar. Ayrıca, bu tutumları, onları çevrelerini şekillendirirken, gruplar kurarken, birilerine baskı yaparken de, birçok etik dışı eylemi meşru kılacak davranışlara sevk eder.
Bu yüzden, cahil bir avamdan çok daha tehlikelisi, bir şeyleri anladığını sanan bir papazdır. Esnemeyen, açık olmayan, kendi elleriyle inşa ettiğini sandığı, sorgulayarak elde ettiği için kusursuzluktan azade olarak gördüğü bu düşünce dünyası; bir mabed, bir tapınak, eleştirilmeyen bir kavram dünyası haline gelmiştir.
Bu da toplum için, cahil denilen bir esnafın, tartıda hile yapmasından çok daha tehlikelidir. Hileci esnaflar, kendilerinin farkındadır; toplumun midesine az pirinç ve un girmesini sağlayarak ahlaki suç işlerler. Hileci felsefeciler ise kendilerinin farkında değildirler ve eylemlerinin toksikliği, salt bir yiyecek içecek ihlali değil; bir bütün olarak toplum ahlakı ihlalidir.
Bilginin yarattığı körlük en büyük körlük biçimidir.
[…] Felsefecilerin Toksikliği: Bir Anti-Düşünce Denemesi (Hatice Melisa Acar – 23.10.2024) […]