Bedenin Zirvesi: Direnişin Politik Ontolojisi

Tarih:

Bu çalışma, dağcılık ve Marksizm kavramlarıyla yaşam, beden ve direniş mefhumlarını felsefi ve politik bir düzlemde tartışmayı hedeflemektedir. Dağcılığın kendi içerisinde süre gelen yöntemsel tartışmalarına tema olan yaşamın ve insan bedeninin kutsallığı, insan bedeninin ve dolayısıyla yaşamının siyasal alanda araçsallaştırılması tartışmaları arasında görülmekte olan paralelliğe vurgu yapılarak, açlık grevi ve ölüm orucu pratiklerinin siyasal temelleri tartışmaya açılmaktadır. Çalışma, iktidar mefhumunun insan bedenini denetleme ve kontrol etme biçimleri ve söz konusu bu biçimlere karşı insan bedeninin direniş alanı haline gelişinin felsefi ve siyasal temellerini incelemektedir. Bu çerçevede, yaşamın kutsallığı ve bedenin dokunulmazlığı gibi kavramların, liberal insan hakları ve hukuk anlayışlarının dışında politik bir değer olarak yeniden tanımlanması için siyasal, felsefi ve akademik bir tartışmayı hedeflemektedir. Ek olarak bu yazı, kişisel bir düşünme denemesinin çıktısı olarak da tarif edilebilir.

Bir faaliyet olarak dağcılık, köklü bir düşün tarihine sahip olarak karşımıza çıkmaktadır. Dağcılığın tarihselliği, içerisinde kendi dinamiklerini ve türlü yöntemsel tartışmaları da barındırmaktadır. Bir zirve faaliyeti nasıl, hangi koşullarda ve biçimlerde yapılır, emniyet ve istasyonlar hangi malzemelerle, ne şekilde ve hangi yöntemlerle kurulur, gecelemek için nerelerde ne şekilde konaklanabilir ve hangi ekole ait yöntemler kullanılır vd. gibi tartışma başlıkları, dağcılık literatüründe oldukça hacimli bir yer işgal etmektedir. Söz konusu bu tartışmalar, yalnızca “nasıl yapılır?” sorusuna teknik cevapların yanında etik ve tinsel cevapları da içermektedir. Bu tartışmalar incelendiğinde, insan hayatı, bedeni ve özü başlıkları önümüze çıkmaktadır. Geleneksel dağcılık ekolü ile spor tırmanış ekolü arasında sürdürülen bu tartışmalar silsilesi, emniyet noktalarının ve istasyonların güvenliğini esas alarak, tırmanış sırasında alınan risklerin dış müdahalelerle azaltılması ve dağcının dağda ayak izinden başka izi kalmaması gereğini ve dışardan müdahalenin hiçbir türlüsünün dağcılık etiğince kabul edilemeyeceği savunusu arasında sürmektedir.

Dağcılık mefhumunda oldukça önemli bir yere sahip olan “ilk çıkış” olgusu, yeni bir rotaya, bir dağın zirvesine, kaya bloğuna veya donmuş bir şelaleye ilk kez çıkış yapılıp başarılı olunmasını ifade etmektedir. Bu bağlamda ilk çıkış olgusunun, özünde bir öncülük barındırdığı da ifade edilebilmektedir. Buna göre ilk çıkışı yapılmış bir rota, çıkış yapan dağcılar tarafından raporlanarak haritalandırılmaktadır. Bu rapor ve haritalar, daha sonra aynı rotada tırmanış yapacak olan dağcılar tarafından bilgi ve deneyim aktarımı amacıyla kullanılmaktadır. Bu ilişkiye çok benzer bir role siyasal alanda da rastlamak mümkündür. Bir zirvenin ilk çıkışı yapılırken gerçekleşen süreçler, siyasal alanın özgül koşulları içerisinde bazı benzerlikler içermektedir. Deneyim, hafıza, siyasal alan aktarımı gibi bilgi ve deneyim devirleri, siyasal mücadelenin bütünlüğü ve geleceği için bazı önemli yapı taşlarını ifade etmektedir.  Öncülük tartışmaları, siyasal alanda, Lenin’in tarifinin en kısa özetiyle, yalnızca örgütsel liderliği değil, ideolojik ve politik yönlendirme işlevlerini de ifade etmektedir (1). Bir dağın ilk çıkışını yapmak ile siyasal alandaki öncülük arasındaki benzerlik, izdüşümsel dahi olmasa da siyasal alandaki tartışmalara ufuk açıcı bir katkı sağlayabilme niteliği barındırmaktadır. Bu ilişki ve nitelikten yola çıkarak, dağcılığın özünde bulunan öncülük kavram setlerini kullanarak, açlık grevi ve ölüm orucu pratiklerinin epistemolojik ve ontolojik tartışmalarına yeniden göz atmak mümkün görünmektedir.

https://cagdashukukcular.org/

Dağcılık tartışmalarındaki insan hayatı çok önemlidir, onu korumalıyız temasıyla, in san hayatı ve bedeni dokunulmazdır, siyasal alanda araçsallaştırılamaz tartışmalarındaki yaşam ve beden vurgularının benzerlik içerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. İnanılan, sevilen veya hedeflenen bir amacın, yapılırken bedelinin ne olacağını düşünmenin ayıp bir tarafı olmadığı aşikâr. Fakat bedeli ne olursa olsun bu iş yapılacak diyebilen bir öncülük faaliyetinin, göze alınmış bedellerini ödemeye razı olma haline, salt yaşam vurgusu üzerinden karşı durmanın, felsefi ve politik olarak kısır niteliğinden sıyrılmak adına bütüncül bir düşünme yöntemine ihtiyaç bulunmaktadır.

Sonucu ölüm olabilecek fakat esasında ölmek üzere girişilmeyen direniş pratiklerinin ulusal ve uluslararası literatürde ve siyasal alanda yarattığı ikilemlere ve tartışmalara girmek, bu yazının okunabilirliğini olumsuz etkileyebileceği ve okuma süresini çok arttıracağı için bir kısmının üzerinden atlayıp, tartışmaların sıkışıp şiştiği iki temel başlığa odaklanmak daha faydalı olacaktır; hapishaneler ve haklar. Foucault’un Hapishanelerin Doğuşu kitabı, 18. yüzyılda gerçekleşen bir infazı anlatarak başlamaktadır. Bu anlatıya göre infaz şöyle işlemektedir; mahkûm meydanda darağacına götürülerek vücudunun çeşitli yerlerinden kerpetenle çekilecek, çekilen yerlere kızgın kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine, eritilmiş balmumu ve kükürt dökülecek, bedeni atlara çektirilerek parçalanıp yakılarak külleri rüzgâra savrulacaktır (2). Anlatılan bu infaz biçimi, kulağa modern toplumda hayal dahi edilmesi zor bir yöntem olarak gelse de insanlığın politik tarihinin yalnızca bir anından ibaret denilebilir. Nihayetinde insanlığın politik tarihi bu gibi anların binlercesinden oluşmaktadır.

Yine de infaz yöntemlerinin bugün karşımıza çıkan haline gelmesinin bir kazanım olarak görülmesi yaygın bir kabul olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık insanlar canlı canlı parçalanıp yakılmamakta, hapishanelere kapatılmaktalar. Burjuva demokratik hukuk devleti modelinin pek mahir olduğu yöntemlerin başında geldiği söylenebilecek kapatma pratikleri, her defasında alfabeden yeni harfler seçilerek artmaya devam etmektedir. 2000’lere damgasını vuran F Tipi hapishaneler, 2021 yılıyla birlikte S Tipi, Y Tipi ve Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu isimleriyle açılan infaz kurumlarının yanında kendisini aratır bir halde karşımıza çıkmaktadır. Sözü edilen bu yeni hapishaneler, büyük kısmı tek kişilik hücrelerden oluşan, banyo, tuvalet ve mutfak tezgâhıyla birlikte ortalama 12 metrekarelik, pencereleri çelik ve sık dokulu bir ağ ile kapalı, güneşin ve havanın girmesinin engellendiği, sürekli kameralarla izlenen, sadece 1,5 saat havalandırma hakkının bulunduğu ve mahpusu tam tecrit edebilmek adına gardiyanla iletişimin dahi kısıtlandığı bir hapishane modelini ifade etmektedir (3).

Hapishaneler, bugün bilinen en yaygın anlamıyla cezalandırma, ıslah, kontrol ve toplumsal düzenin sağlanması amaçları güdülerek işleyen yapılar olarak tarif edilmektedir. Hapishanelerin ve kapatılma pratiklerinin, içerisinde yalnızca suçluları izole etmek ve cezalandırmak amacı taşımadığı, beraberinde toplumsal normlar için bir araç olarak işlediği, insan bedeninin toplumsal normlara göre işlendiği, gözetleme ve disiplin aracı olarak özünde toplumsal düzeni sürdürmeyi hedeflediği gibi çıktılar yeni bilgiler değildir. Kapatılma yöntemleri, burjuva hukuk sistemlerinin sürdürmek istediği toplumsal formasyon, üretim biçimi ve mülkiyet ilişkileri ile anlamlı bir korelasyon içermektedir. Bu bağlamı daha anlaşılır kılmak için devlet ve hukuk tartışmalarının Marksist analizlerini hatırlamak faydalı olacaktır.

Marksist literatürde devlet, üretim ilişkilerinin ürünü ve sınıf egemenliğinin aracı olarak tarif edilmektedir. Özel mülkiyetin ve sınıf çatışmasının gelişmesiyle birlikte, egemen sınıfın çıkarlarını korumak ve üretim araçlarının üzerindeki denetimini sürdürmek amacıyla işleyen devlet, bir sınıfın diğer bir sınıfı baskı altına almak için kullandığı özel bir baskı aracıdır (4). Yazı bütünlüğü için devlet tariflerinin çerçevesiyle sınırlı kalınmış olsa da Marksist analizlerin ana teması devletin, sınıfsal çıkarların somutlaştığı ve baskı aracı olarak işlediği temel üzerinde şekillenmektedir. Benzer durum, bir üst yapı bileşeni olan hukuk için de söz konusudur. Marx’ın 1849’da Neue Rheinische Zeitung (NRZ) gazetesinde yazdıklarından ötürü isyana teşvik suçlamasından yargılanırken yaptığı savunmanın siyasal nitelikleri, Marksist hukuk çalışmaları için oldukça yol açıcı bir izlek sunmaktadır. Marx, duruşmasında şöyle söylemektedir; “Toplum, hukuk üzerinde kurulu değildir… Tam tersine, hukuk, topluma dayanmak ve bireylerin kaprisleri yerine, toplumun verili tarihte hâkim maddi üretim tarzından doğan ortak çıkarlarının ve ihtiyaçlarının ifadesi olmak zorundadır (5)”. Marx’ın hukuka uyguladığı diyalektik materyalist yöntem, hukukun, egemen sınıfın çıkarlarını, sanki ortak çıkarlarmış gibi koruyan bir üst yapı kurumu olduğunu göstermektedir. Buna göre hukuk, soyut bir adalet temelinden değil, somut tarihsel koşullardan türetilmiştir. Marx’ın hukuk analizlerinin geniş çerçevesi, savunmadan önceki ve sonraki çalışmalarında takip edilebilmektedir (bkz. Alman İdeolojisi ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı). Devamında, sıkça başvurulan en bilindik tezleriyle Pasukanis, hukukun, ekonomik ilişkilerdeki meşruluğu sağlayan ve sürdüren bir araç olarak, meta üretimiyle birlikte gelişen hukuki özne kavramının, metaların serbest dolaşımını güvence altına alarak kapitalist ilişkileri sürdüren bir yapıyı ifade ettiğini belirtmektedir (6). Bu haliyle hukuk, kapitalist üretim ilişkilerini koruyan ve yeniden üreten bir mekanizma olarak işlemektedir. Bu bağlamda hapishaneler disiplin, gözetim ve cezalandırma biçimleriyle, devletin zor aygıtlarından bir tanesi olarak işlemektedir. Pasukanis’in hukuki özne kavramı, bu temelde yeniden karşımıza çıkmaktadır. Ceza hukuku, bireylerin hukuki özne olarak sorumluluk ve sınırlarını tanımlayıp belirleyerek, kapitalizme içkin toplumsal formasyonu yeniden üretmektedir (6). Bu süreç, hapishanelerin ve kapatılma pratiklerinin, suça tepki veren ve suçla mücadele eden kurumlar değil, emek süreçlerini ve üretim ilişkilerini sürdüren sınıfsal araç olduklarının göstereni olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hapishanelerin bu bağlamları, yalnızca hukuk ve ceza kurumları olarak değil, modern toplumun iktidar aygıtlarının merkezinde yer alan disiplin mekanizmaları olarak da tarif edilmektedir. Foucault, gözetim ve içselleştirilmiş disiplinle itaat üreten iktidar biçimini işaret ettiği analizinde (2), ekonomik üretim ilişkilerine ek olarak iktidar mefhumunun, bireylerin davranış, beden ve arzularını biçimlendiren ağları analiz etmekte oldukça zengin entelektüel imkânlar sunmaktadır. Bu imkânlar, örneğin modern iktidar mefhumunun bedeni öldürme değil yaşatma kurgusunun, nüfus yönetimi ve disiplinle birlikte okunabilirliğini sağlamaktadır. Buna göre nüfus politikaları, artı değer üretim hacminin ve tüketimin sürekliliğinin sağlanması nedenleriyle kısıtlı olmayan, içerisinde nüfus sağlığı, çalışma kapasitesi ve doğurganlık gibi mevcut üretim biçim ve ilişkilerinin sürdürülebilirlik motorlarından bazılarını oluşturmaktadır (7). Öyleyse, mevcut üretim biçimi ve toplumsal formasyon, hukukla, yasayla, hapishaneyle, mekânsal ve bedensel kuşatmalarla, gündelik hayat pratikleriyle ve ideolojik aygıtlarla düzenli olarak birbirine devrederek yeniden üretilirken, sınıfsal ilişkilerin ve iktidarın yeniden üretildiği araç ve mekân olan hapishaneler, siyasal alanda mücadele mekânı olarak da tarif edilebilir. İktidar ve beden üzerine yürütülen tartışmalar ışığında insan bedeni için de aynı nitelik atfedilmektedir.

Açlık grevi ve ölüm orucu gibi direniş formlarının kendisini sıyırıp öne çıktığı esasın altı tam da burada kalınca çizilebilir. Açlık grevi eylemlerinin siyasal mücadele tarihinde köklü bir tarihçesi olduğu bilinmektedir. Roma İmparatorluğundan Çarlık Rusya’ya, İngiliz Suffragist Hareketi’nden Hindistan’a, Türkiye hapishanelerine kadar evrensel bir izlekten söz edilmektedir (8). Açlık grevi ve ölüm orucu gibi direniş pratiklerinin özü, iktidarın tutsak bedeni üzerindeki infazına ve tahakkümüne doğrudan saldırmak, kamuoyunu harekete geçirmek, burjuva demokratik hukuk devleti modelinin ve iktidarın yaşatma iddiasını boşa çıkarmak ve taleplerinin kabul edilmesi beklentilerini içermektedir. Söz konusu pratikler, burjuva hukukunun bile ortadan kaldırıldığı, politik faaliyetlerinden dolayı birkaç adımlık kuyu tipi hücrelerin reva görüldüğü bedenlerin, politik birer araç haline dönüştürülmesi, iktidarın tahakküm ve ele geçirme gayesine, karşı iktidar iradesi olarak tarif edilebilir. Fakat aynı zamanda açlık grevi ve ölüm orucu gibi direniş pratiklerinin oldukça spesifik taleplerle başvurulan yöntemler olduğunu hatırlamak faydalı olacaktır. Örneğin devrim olsun diye veya iktidar talebiyle açlık grevi yapılmaz. Ama cezaevi koşulları ve tecrit koşulları ile ilgili minör siyasal talepler için yapılmıştır, şu an hali hazırda yapılıyor ve ilerleyen dönemlerde mevcut üretim biçimi ve mülkiyet ilişkilerinin sürmesinde bir sürpriz olmazsa yapılacak gibi durmaktadır.

Bu uğrakta tartışmanın bir diğer tarafını insan hakları bağlamı oluşturmaktadır. Buraya bir dipnot düşmek gerekirse minör taleplerle başvurulan pratiklerin en temel insan haklarının mücadelesi olduğunu söylemek gerekmektedir; örneğin insanca yaşama koşullarının sağlanması, adil yargılanma talepleri buna örnektir. Yine de insan hakları mefhumunun Marksist literatürdeki yanlış bilinç tarifi (9), “egoist” insanın yani içe kapanmış, kişisel çıkar ve kaprislerinin içine çekilmiş ve bu sebeple de toplumdan ayrılmış bir bireyin ötesinden başkaca bir şey ifade etmemesi (10) ve insanı birey olarak toplumdan soyutlayan ve özel çıkarları koruyan hak kavramının ve dolayısıyla da insan haklarının hukukla ilişkisi, hak mefhumunun, çatışan menfaatler arasında hangi menfaatin diğer menfaate göre daha makbul ve öncelik sahibi olduğunun belirlenmesini sağlayan hukuki ve ideolojik bir metin olduğu (11) eleştiri setleri, yaşamın kutsallığı, insan bedeninin dokunulmazlığı ve araçsallaştırılamayacağı tartışmalarında ufuk açıcı roller oynamaktadır.

Bir tür etkileşim yakalama ağı haline dönüşen meşhur videoda Selçuk Kozağaçlı “Yaşıyoruz, bu yaşamak çok kutsal öyle mi?” sorusuyla, yaşam ve haklar tartışmasına sahadan bir gedik açmıştır. Aynı video, sorunun cevabını da içermektedir ve şöyle biter “Ölmek ya da kalmak meselesi değil bu mesele. Onurlu yaşamak ya da yaşamamak meselesi.” Burada görülen esas: bu çalışmada sözü edilen direniş pratiklerinin, yaşamın yalnızca korunacak bir biyolojik gerçeklik olmadığını, aynı zamanda politik ve etik bir alan olduğunu en çıplak haliyle açığa çıkarıyor olmasıdır. Bu temelde, söz konusu direniş pratikleri, ölmek veya hayatın yaşamaya değmez niteliklerini öne çıkarmak için değil, yaşamın politik bir değer olarak, yeniden tanımlanması amacıyla başvurulan politik yöntemler olarak tarifidir.

Bir insan hakkı olarak yaşam hakkının tanımının üzerinde yapılan eleştirel ve siyasal çalışmalarda, uzama yansıyanın yazılı olandan zıt bir yere tekabül ettiği görülmektedir. Liberal hukuk geleneği, demokrasi tarifleri ve insan hakları birikimleri, yaşam hakkını en yüksek ve dokunulmaz haklardan başatı olarak tarif ederken, uzama yansıyan çıktı esasında mülkiyet hakkıyla iz düşer bir forma sahiptir. Çünkü mülkiyet hakkı, gözle görülür bir çelişkiyi içinde barındırmaktadır. Tüm insanların mülkiyet edinebilme, mülkiyet sahibi olma ve mülkiyetlerinin dokunulmazlığı hakkı bulunmaktayken, bu hak insanları mülkiyet sahibi yapmadığı gibi mülkiyet sahiplerini, sahip olmayanlardan da korumaktadır (12). Yani mülkiyet hakkı, mülkiyet sahibi olmayanlar için, yoksullar için, emeğinden başka hiçbir şeyi olmayanlar için neyi ifade ediyorsa, yaşam hakkı da kapatılarak yaşamdan tecrit edilmiş, uzağa itilmiş, yalıtılmış insan için benzer bir şeyi ifade ediyor olabilir.

Buraya kadar değinilen başlıklar, söz konusu direniş pratikleriyle ilgili en temel birkaç başlığı içermektedir. Felsefe, antropoloji, sosyoloji, tıp, hukuk, biyoloji ve siyaset bilimi gibi farklı bilim dallarının ilgisini çekmiş, odağına girmiş ve konu üzerinde tartıştırmış olan bu mesele, birkaç sayfalık yazıya sığmayacak kadar büyük bir hacme, sağlam bir gövdeye ve literatüre sahiptir. Ayrıca bu yazı, okuyanları söz konusu direnişlere ikna etmeyi değil, açlık grevleri ve ölüm oruçları pratiklerinin felsefi ve siyasal tartışmalarına katkı sunmayı ve mevcut direnişlere dikkat çekmeyi hedeflemektedir. Bu hedefin gereğini ise söz konusu direniş pratiklerinin bilimsel ve felsefi tüm tartışmalarıyla ve düşün birikimiyle beraber orada öylece durması oluşturmuştur. Buradan hareketle, yukarda bırakılan yerden tekrar tutularak bağlam kurulabilir.

İngiliz dağcı George Mallory, 1923 yılında verdiği röportajda neden Everest Dağı’na tırmanmak istediği sorusuna “Çünkü orada.” diyerek cevap vermiştir. Bir sene sonra Everest tırmanışında, en son zirvenin altında görüldükten sonra kaybolan Mallory’nin cenazesi 75 yıl sonra 1999 yılında Mallory ve arkadaşı Irvine’nin bedenlerini bulmak amacıyla düzenlenen bir ekspedisyonda bulunmuştur. Zirveye çıkıp çıkmadığı bilinmeyen Mallory’nin mirası, bugün sadece dağcılıkta ve dağcılar arasında değil, hayatın başkaca alanlarında evrensel bir sembol olarak hala kullanılmaktadır. Bir cüreti, göze almayı ve bedel ödemeyi ifade eden bu miras, modern dünyanın liberal faydacılığına bir meydan okumaya denk düşmektedir. Esasen burada bir eylemin anlamının sadece dışsal amaçlarda değil, var olan bir şeyin veya bir durumun kendisinde olabileceğinin vurgusu bulunmaktadır. Çünkü bazı durumlarda alınan bir kararın, gösterilen bir cüretin, verilen emeğin ve ödenen bedellerin arkasında gerçekten çok güçlü bir inanç, çok güçlü bir kararlılık, umut ve öncülük perspektifi bulunabilmektedir.

Son kertede, artık sözün özüne gelinecek olursa bu yazı, bir düşünme denemesi ve literatür özeti olmasının yanında, kendiliğinden değeri olduğu düşünülen bütün kavramlardan tedirgin olunması gerektiğinin altını çizmektedir. Yaşamın kutsallığı, hukukun üstünlüğü, hakların varlığı, bedenin dokunulmazlığı, bedelin değmezliği ve diğerleri…  Her sorun içerisinde kendi yanıtlarını ve unsurlarını içermek ya da taşımak gibi bir nitelikle karşımıza çıkmaktadır (13). Söz konusu bu içkinlik, tam da bu nedenle, mümkün olan tek yanıt, sorun olarak tarif edilmiş araştırma nesnesinin doğrudan kendisinin eleştirisidir ve hatta bu sorunun tek çözümü sorunun kendisinin hükümsüz, geçersiz kılınmasıdır (14). Bilimsel çalışmanın uçsuz bucaksız ve sonu gelmez kuşkuculuğu, bir yöntemsel reçete olarak böyle kodlanmaktadır.

Söz edilen direniş biçimlerinin yöntemsel konumları ve işlevselliği tartışılmaya devam edilebilir. Çalışmaya konu olan direniş pratiklerini yöntemsel olarak kabul etmemek, reddetmek veya karşı olmaksa mesele, yerine neyin konulacağı, hali hazırda bedenini açlığa yatırmış insanların ne olacağı sorularının da cevaplanıp, cevaplarının uzama yansıtılmasının tarihsel bir sorumluluk olduğunu ve aksinin tarihsel bir yenilginin gölgesi olarak sonlanabileceği düşünülmelidir. Burjuvazinin, ölüm kültü, fanatizm gibi propagandalarla ideolojik saldırılarda bulunup, bu direnişlerin taleplerinin meşruluğuna ve haklılığına gölge çekme gayretlerine karşı gelmek ve dayanışmacı yöntemler bulmak siyasal alanın dışında değildir. Çünkü açlık grevleri ve ölüm oruçları orada. Her şeye rağmen, hepimiz için…

Kaynakça

  1. Lenin, İ., V. (2025). Ne Yapmalı? (Çev. Arif Berberoğlu). İstanbul. Kor Kitap.
  2. Foucault. M. (2019). Hapishanenin Doğuşu. (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara. İmge Kitapevi Yayınları.
  3. İnsan Hakları Derneği. S Tipi, Y Tipi ve Yüksek Güvenlikli Hapishaneler Kapatılsın! Bildirisi. (Erişim Tarihi: 07.09.2025).
  4. Engels, F. (2019). Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. (Çev. Erkin Özalp). İstanbul. Yordam Kitap.
  5. Nimtz, H., A. (2012). Demokrasi Savaşçıları Olarak Marx ve Engels. (Çev. Can Saday). İstanbul. Yordam Kitap.
  6. Pasukanis. B., E. (2011). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm. (Çev. Onur Karahanoğulları). İstanbul. Birikim Yayınları.
  7. Foucault, M. (2011). Cinselliğin Tarihi I: Bilme İstenci. (Çev. H. U. Tanrıöver). İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
  8. Demir, Y. A. (2024). Hükümlüler ile Tutukluların Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Bağlamında Tedaviyi Ret Hakkı. Gaziantep Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1(1), 1-25.
  9. Marx. K. ve Engels. F. (2023). Alman İdeolojisi. (Çev. Olcay Geridönmez ve Tonguç Ok). İstanbul. Kor Kitap.
  10. Marx. K. (2021). Yahudi Sorunu. (Çev. Sol Yayınları Yayın Kurulu). Ankara. Sol Yayınları.
  11. Althusser. L. (2005). Yeniden Üretim Üzerine. (Çev. A. Işık. Ergüden). İstanbul. İthaki Yayınları.
  12. Karahanoğulları. O. (2018). Marksizm ve Hukuk Diyalektik Hukuk Bilimi. İstanbul. Yordam Kitap.
  13. Harvey, D. (2022). Kent Deneyimi (Çev. Esin Soğancılar). İstanbul. Sel Yayınları.
  14. Marx. K. (2013). Grundrisse 1. (çev. Arif Gelen). Ankara. Sol Yayınları
Furkan Gürsoy
Furkan Gürsoy
Akdeniz Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Akademi ve çeşitli STK'lerde profesyonel ve gönüllü çalışmalar yürüttü. Devlet, iktidar, kent ve göç konularına ilgi duymakta ve çalışmalarını sürdürmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Editörün Seçtikleri

Yazar Olmak İstiyorum

Yeni ve güçlü akademik kadromuzla yayın hayatına başlayan Republica, Sosyoloji, Felsefe, Tarih ve Politika alanlarında kalemini konuşturmak isteyen yazarlara kapılarını açıyor!

İlgini Çekebilir
SOCIUS

Antik Mısır Mitolojisi – Catherine Chambers | Tanıtım: Bahar Çetiner

Hep bir anlam ararız. Neden var olduğumuza, nereden gelip...

Popülizmin Gerçek Yönü: Aşağıdan Değil, Yukarıdan

Bir toplumsal fenomeni anlamak istiyorsak, önce onun ne olmadığını...

Henri Bergson’da Zaman ve Hafıza

Henri Bergson, felsefe tarihinde daha önce pek de üzerine...

Oryantalizmin Kalbinde: Gertrude Bell, Heart of Darkness ve Bugünün Diplomatik Feminizmi

“Ciddi meseleler, ciddi adamlar arasında konuşulur.” Bu söz, 20. yüzyıl...