Hannah Arendt, kötülüğün sıradanlığı kavramıyla, sıradan insanların korkunç eylemleri nasıl gerçekleştirdiğini tartışır. Ancak bu kavram, Arendt’in araştırmasını inceleyenler için tatmin edici olmamıştır. Örneğin, yakın arkadaşlarından biri olan edebiyatçı Mary McCarthy, onun bu tanımını anlamayıp şu soruyu sormuştur: “Anladığım kadarıyla söylediğin şey Eichmann’ın vicdan, bilinç, düşünce kabiliyeti gibi doğal insan niteliklerinden yoksun olduğudur. Ama o zaman bu onu zaten bir canavar yapmaz mı?”1 Bu gerçekten de cevaplanması zor bir sorudur çünkü bilinçli olmadan yapılan, sıradan insanların yaptığı korkunç kötü eylemler denildiğinde akla ilk gelen şey yirminci yüzyıla damgasını vurmuş seri katillerdir. Peki, Arendt’in tanımıyla Eichmann’ı seri katillerden ayıran şey nedir? Arendt’in Eichmann’ın davasını izlerken onda korkunç bir sıradanlık bulmaktadır. Ancak çoğu seri katil de öylesine korkunç bir şekilde sıradan insanlardır ki gerçek yüzlerini gösterdiklerinde korkunç eylemler bu kişilerle neredeyse bağdaşmamaktadır. Peki, Eichmann’ı diğer kötülerden ayıran şey nedir? Kantçı referanstan yararlanabiliriz burada. Öyle ki Kant’a göre kötü, kötüyü tasarlayabilmelidir. Nitekim seri katil ve türevleri de eyleme geçmeden önce çok kez eylemlerini tasarlamışlardır. Arendt’e göre bu durum Nazi subayları için geçerli değildir çünkü onlar sadece emirleri yerine getirmekteydiler. Fakat bu naif bir yanılsamadır çünkü bu niyetsiz subayların kötülüğe hiçbir fikir katmadığını düşünmek gerçekçi değildir.
Arendt, bize aslında kötü kavramına dair yeni bir bakış açısı sunar çünkü onun zamanına gelesiye kadar ahlak, her zaman tanrıyla özdeşleşen bir şeydir ve burada ise tanrı yoktur. Bunun bir farklı versiyonu ise insanların doğası gereği kötü oldukları düşüncesidir ve bu doğaya göre bu kavramı anlamak neredeyse imkansızdır. Nitekim Kant’ın radikal kötülükten kastı da buna benzer bir şeydir. İnsan doğası gereği kendi çıkarlarını çoğu zaman ahlak kurallarının üstünde tutar, bu eğilim neredeyse kendi doğasına kök salmıştır ve baştan beri insan doğasının bir parçasıdır.2 Bir insanı yargılayabilmemiz için önce o insanı bu eylemlerden sorumlu tutabilmemiz gerekir fakat burada Kant’a göre insanın bir parçası olan bu eğilim tarafından insanlar sorumlu tutulamazlar. Arendt bu noktada Kant’tan ne kadar etkilense de izledikleri yollar oldukça farklıdır. Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nı ele alırken radikal kötülüğün felsefi gelenek içerisinde kavranamaz olduğunu düşünmekteydi fakat Eichmann davası bu algısını yerle bir etti. Radikal kötülük tam anlamıyla böyle bir kötülüğün insani sebeplerle anlaşılamayacağını vurgulamak ister. Burada ise Kant ve Arendt iki farklı yöne saparlar: Kant için kötülük bir maksim değeri taşıyamaz yani ortada bir niyet yoktur, o olsa olsa en fazla insan kalbindeki radikal bir kötülük olarak tanımlanabilir. Arendt’ten farklı olarak ise onun rasyonel olarak ele alınıp açıklanabilir bir şey olduğunu düşünür. Ayrıca Arendt bencillik ve hırs gibi eğilimlerin insanca gerekçeler olduğunu düşündüğü için radikal kötülüğü anlamamıza yardımcı olamayacağını düşünür fakat Kant ise kötülüğün kaynağının tam olarak böyle şeylerden geldiğini savunur.1 Aslında Arendt’in radikal kötülükten anladığı şey onun kötülüğe bakış açısını değiştirmiştir yani radikal kötülüğü insan eğilimlerini aşan bir şey olarak tanımlayarak onun anlaşılmazı zor olduğu fikrine yönelmiştir fakat dediğimiz gibi Eichmann davası bu anlamda onun için bir dönüm noktası olmuştur.
Eichmann davada kendisinin Yahudilerle bir sorunu olmadığını ve bu zamana kadar kimseyi öldürmediğini iddia ederek itirazda bulunuyordu. Eğer yargılanması gerekiyorsa bunu suça yardım ve yataklık kategorisince yapabilirlerdi fakat burada da sadece emirleri yerine getiren bir subay olarak karşımıza çıkıyordu. Arendt için Eichmann’ı suçlu yapan şey de buydu: hukukun asıl gerekçelerini asla düşünmemişti aksine ona yöneltilen emirlere itaat ederek böyle bir hukukun olabileceğini kabul etmişti. Totaliter rejimlerin en bilindik özelliği de buydu: Kişiyi itaatkâr, sorgulamaya kapalı, eylemden ve düşünceden yoksun kılmak istiyordu. Eichmann yanılsamalarla gerçeklikten kopuk bir şekilde yaşıyordu. Kendisine ait bir fikri olmadığı gibi düşünmeyi hep bir başkalarına bırakıyordu ve itaatkarlığını duruşma esnasında da gösteriyordu fakat yönlendirmeler olmadığında basmakalıplaşıyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Kendine göre Nazi hukuku içerisinde suçsuzdu ve ödev ahlakıyla vicdanını kapatmıştı fakat Kant’ın ödev ahlakı diye bahsettiği şey tam olarak bu değildi. Benzeyebildikleri tek nokta Kant hukuk ilkelerinin pratik akılla ulaşılabilir olduğunu söylediğinde Eichmann için bu pratik akıl Hitler’in iradesinden fazla bir şey değildi, bunun üzerine düşünme gereği duymamıştı. Arendt’i düşüncesinden vazgeçiren şey de tam olarak burada ortaya çıkıyordu. Eichmann ideolojik saplantılar içerisinde değildi, açıklanamaz insani gerekçelerden arındırılmış bir kötülüğün içinde yaşamıyordu aksine tamamen insani güdüler olan terfi alma, kariyerinde başarılı olma gibi eğilimlerden motive oluyordu. Ne kadar itaatkâr olursa o kadar iyi bir vatandaş olacağı gibi saplantılı bir fikre sahipti. Arendt’in ifadesiyle tam olarak: “Mahkeme onu anlamadı: Asla Yahudilerden nefret etmemişti, asla bir insanın öldürülmesini istememişti. Suçu itaatinden kaynaklanıyordu; oysa itaat her zaman bir erdem olarak methedilirdi. Nazi liderleri onun erdemini istismar etmişti.”4
DİPNOTLAR
- Thomas White, ‘’Hannah Arendt ve Kötülüğün Sıradanlığı’’, çev. Narod Dabanyan, Düşünbil Dergi. https://dusunbil.com/hannah-arendt-ve-kotulugun-siradanligi/
2. https://dusunbil.com/hannah-arendt-ve-kotulugun-siradanligi/
3. Bakır, Kemal. “Hannah Arendt’te Kötülük Problemi”. Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, sy. 25 (Ocak 2016): 97-113. https://doi.org/10.20981/kaygi.288134.
4. Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı; Eichmann Kudüs’te, (İstanbul: Metis Yayınları, 2009), s.253.