Emek sömürüsü, işçi sınıfının üretimdeki merkezi rolünü görünmez kılarak ekonomik dengenin temellerini sarsarken, kimlik sömürüsü bireylerin sosyal ve politik düzlemlerde de baskılanmasına neden olur. Jacques Rancière’in geleneksel topluluk eleştirisi bu bağlamda önem kazanır. Burada hedef aldığı geleneksel topluluklar, sandığımız gibi muhafazakar yapılar olmak zorunda da değiller. Geleneksel topluluklar, bireyleri homojenlik dayatması altında kimliklerine indirgerken, politik katılımı sınırlayan ve faşist bir kolektifleşmeyi sürekli kılan yapılardır.1 Bu geleneksel topluluk yapıları, bireylerin ve grupların “kendi yerlerine” dönmelerini ve kimliklerin değişmez birer kategori olarak kabul edilmesini şart koşar; bu da politikanın dönüşümcü potansiyelini sınırlar ve gerçek anlamda çoğulcu bir politika pratiğini engeller. Rancière, bireylerin bu yapılar altında özgün varlıklarını kaybederek, ekonomik ve politik eşitlikten mahrum kaldığını savunur.2 Buna karşın, Marksizm de ekonomik temelli sınıfsızlık idealini vurgular. Marx’a göre, üretim araçlarının mülkiyeti, toplumdaki sınıfsal ayrışmaların temel nedenidir. İnsanlar kendilerine yabancılaşarak işlerinin kendisi haline gelirler ve sermayeye hizmet eden birer köle olurlar. Tarih dahi üretim araçlarına göre kırılmalar yaşarlar. Dolayısıyla Marx için toplumda iki sınıf vardır: işçi sınıfı ve sermaye sınıfı. Kapitalist sistem, işçi sınıfının emeğini sömürerek artı değer yaratırken, aynı zamanda bu sınıfın kendisini politik bir özne olarak ifade etmesini de engeller. Marksizm, bu duruma karşılık, proletaryanın bir araya gelerek insanların kendilerine yabancılaşmaması, emek sömürüsüne izin verilmemesi ve eşit sınıf düzenini savunmaları gerektiğini öne sürer.3 Dolayısıyla, hem Rancière’in bireysel eşitlik vurgusu hem de Marksizmin kolektif eylem gücü, bu mekanizmaların yıkımına ve daha kapsayıcı bir politikaya kapı aralayabilir.
Rancière, Arendt’in politika tanımını ele alırken, onun “kamusal alan” ve “politika” kavramlarının -interesse** kavramı burada belirgin bir rol oynar- katılım alanını daralttığını savunur.4 Arendt’e göre politika, kamusal alanda, yurttaşlar arasında özgür bir eylem olarak gerçekleşir.5 Ancak Rancière, Marxcı bir gelenekle diyebileceğimiz, bu tanımın işçi sınıfı gibi kamusal alanda görünür olmayan grupları dışladığını ve politikayı tıpkı Antik Çağdaki polis gibi elit bir zümreye bıraktığını öne sürer. Arendt’in, sıradan insanların taleplerinin ve haklarının, politikanın içinde yeterince yer bulamayacağını savunur. Rancière’in Arendt’e yönelttiği eleştiriler, politikanın daraltılmış bir anlayışla ele alınmasına yöneliktir. Arendt’e göre politika, özgür yurttaşların kamusal alanda gerçekleştirdiği bir eylem alanıdır; ancak bu tanım, işçi sınıfı gibi grupları politik dışlanmışlıkla karşı karşıya bırakır.6 Rancière, bu yaklaşımı “elit bir zümrenin politikası” olarak nitelendirir ve politikanın yalnızca kamusal alanın değil, dışlananların sesini duyurabildiği bir süreç olması gerektiğini savunur.7
Benzer hiyerarşi fikri Antik Çağda da karşımıza çıkmıştı. Platon, Devlet adlı eserinde toplumun yöneticiler tarafından yönetilmesi gerektiğini ve her sınıfın kendine ait bir görevi bulunduğunu savunur. Platon’a yönelik eleştirisinde ise Rancière, toplumun belirli sınıflar arasında keskin bir şekilde ayrıldığı bir yapının eşitlikçi bir toplum yaratma potansiyelini sınırladığını belirtir. Platon’un ideal toplumunda bilgiye dayalı bir hiyerarşi öngörülür; Rancière ise böyle bir düzenin halkı pasif bir konuma ittiğini, politik katılımı daralttığını ifade eder.8
Bu noktada kimlik ve emek sömürüsü arasındaki bağlantıya dikkat çekmek gerekir. Toplumdaki azınlık grupları, yalnızca ekonomik sistemin değil, aynı zamanda toplumsal normların dayattığı kimlik kategorilerinin de baskısı altındadır. Örneğin, cinsiyet, etnik köken veya dini inançları nedeniyle marjinalleştirilen bireyler, politik sahnede yer bulmakta zorlanır. Geleneksel topluluk yapılarında bu durum, bireylerin yalnızca bir grubun temsilcisi olarak görülmesi ve onların özgün seslerinin bastırılması ile sonuçlanır. Eşitlik ilkesi, bu yapının dönüşümünü hedefler. Bireylerin ekonomik sınıfların ötesinde, politik ve sosyal öznelliklerini özgürce ifade edebileceği bir alan yaratılması gerektiğini savunur.
Çok partili sistemler gibi demokratik görünümlü yapılar da bireylerin gerçek katılımını sağlamada yetersiz kalabilir. Bu tür sistemler, çoğunluğun sesi altında azınlıkların politik öznelliğini görünmez kılar. Çoğunluğun iradesinin azınlık gruplarını dışladığı bu yapıların dönüşümü, yalnızca ekonomik eşitlik değil, kimlik temelli politik öznelliklerin de tanınmasını gerektirir. Bu, bireylerin yalnızca ekonomik talepler değil, sosyal ve politik hakları doğrultusunda da eşit katılım sağlayabileceği bir düzenin önünü açabilir. Marksizm’in sınıfsızlık ideali, bu bağlamda Rancière’in eşitlikçi katılım modeliyle birleştiğinde, bireylerin kolektif ve bireysel özgünlüklerini koruyan bir politik alan yaratılabilir.
Topluluklardaki insanların eşit katılım sağlamaları ve geleneksel topluluk yapılarında var olan faşist kolektifleşme ortadan kaldırılarak, kişilerin hem ekonomik hem politik hem de bireysel katılımları sağlanmalıdır. Bu sanıldığı gibi ütopik bir fikir değil, aksine hiç gerçekleşmeyeceği düşünülen krallıkların, tanrıların, kiliselerin yıkımı gibi faşist düşüncenin de yıkımı ile mümkün olabilecek sosyal ve politik bir atılımdır. Bu dönüşüm, yalnızca bireylerin ekonomik ve kimlik temelli eşitsizliklerden kurtulmasıyla değil, aynı zamanda kendi özgün seslerini duyurabildikleri ve politik süreçlere eşit şekilde katıldıkları bir düzenin kurulmasıyla sağlanabilir. Bu toplumsal değişim, herkesin eşit bir şekilde politik aktör olarak yer almasını mümkün kılar. Herkesin özgün sesini duyurabildiği bir toplum düzeni inşa etmek, ekonomik eşitsizliğin ortadan kaldırılması ve kimlik temelli eşitsizliklerin de sona erdirilmesi ile mümkün olacaktır.
Felsefe, bu dönüşümün teorik temelini sunmanın ötesinde, toplumsal yapıları anlamamıza ve dönüştürmemize yardımcı olacak stratejiler geliştirmemize olanak tanır. Toplumsal yapılar, büyük ölçüde bireylerin kimlikleri üzerinden şekillenir ve bu kimliklerin toplumsal rollere ve sınıflara dayalı olarak baskılandığı bir yapının yıkılması gerekir. Felsefi düşünce, bireylerin sadece bir sınıf ya da kimlik temelli değil, özgür iradeleriyle toplumsal süreçlere katılmaları gerektiğini savunur. Hegel, Merleau-Ponty ve Foucault gibi düşünürler, bu anlamda toplumsal dönüşümün nasıl olabileceğine dair önemli ipuçları sunar: Hegel, toplumsal dönüşümün yalnızca ekonomik eşitlikle sınırlı kalmadığını, aynı zamanda bireylerin kendilerini özgürce ifade edebileceği bir toplumsal yapının inşa edilmesi gerektiğini savunur. Hegel için özgürlük, bireylerin hem ekonomik hem de politik katılımını sağlayan bir kolektif iradeye dönüşebilir.9 Merleau-Ponty, toplumsal dönüşümde bedenin rolüne vurgu yaparak, toplumsal yapıları anlamada duygusal ve bedensel deneyimlerin önemine dikkat çeker. O, bireylerin toplumsal katılımının bedenle iç içe geçmiş bir süreç olduğunu öne sürer.10 Foucault ise toplumsal yapıları ve iktidar ilişkilerini anlamada daha çok normların, bilgi üretiminin ve iktidarın bireyleri nasıl şekillendirdiğini inceler. Foucault’nun düşüncesine göre, toplumsal yapıları dönüştürmek, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda iktidar ilişkilerini sorgulamayı da gerektirir. Bu, toplumsal yapıları sorgulamak, onları dönüştürmek ve daha eşitlikçi bir düzen inşa etmek için bir teorik çerçeve sağlar.11 Büyük isimlerin katkılarının da bize felsefenin politikadaki rolünü görebilmemiz için güzel örnekler verdiğini düşünmekteyim. Felsefe, tümüyle politik bir alan olarak bu düşüncede adım atması gereken ilk kaptan olarak karşımıza çıkar.
Ancak bu dönüşüm yalnızca teorik bir çerçeveyle sınırlı kalmamalıdır. Toplumsal değişim için halkın aktif katılımı, toplumsal hareketlerin gücü belirleyici olacaktır. Pratikte, bu dönüşüm halkın kendi kimliklerini ve özgürlüklerini savunarak, geleneksel topluluk yapılarındaki baskılara karşı çıkmalarıyla mümkündür. Bu tür toplumsal hareketler, bireylerin kendilerini yalnızca bir sınıf ya da kimlik altında tanımladıkları, hiyerarşik yapılarla şekillendirilmiş geleneksel toplulukların baskılarından kurtulmalarını sağlayacaktır. Örneğin, 20. yüzyılda gerçekleşen sivil haklar hareketi, sadece Afro-Amerikalıların eşit haklar için verdiği bir mücadele değil, aynı zamanda toplumun diğer marjinal gruplarının da eşitlik ve özgürlük taleplerinin bir yansımasıydı. Bu tür hareketler, faşist kolektifleşmenin ve baskıcı yapıların nasıl dönüştürülebileceğine dair somut örnekler sunmaktadır.
Toplumsal hareketler, aynı zamanda sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmayıp, kimlik temelli eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle de şekillenir. Bu noktada, feminist hareketlerin katkıları önemli bir yer tutar. Feminist hareket, kadınların sadece ekonomik değil, toplumsal ve kültürel anlamda da eşit haklara sahip olması gerektiğini savunmuş ve bu mücadelesiyle geleneksel topluluk yapılarındaki patriyarkal düzeni sorgulamıştır. Aynı şekilde, LGBTQ+ hareketi de toplumsal cinsiyet ve kimlik temelli baskılara karşı çıkarak, özgür bir kimlik ve eşitlik talebiyle faşist düşünceleri yerinden etmiştir. Bir işçinin emeğinin karşılığını almak için verdiği mücadele gibi bu tür hareketler de bireylerin sadece ekonomik değil, kimliksel ve politik eşitliklerinin sağlanması için gerekli olan toplumsal dönüşümün parçası olmuştur.
Pratikte, halkın eşit katılımını sağlamak için kolektif süreçlerin derinleştirilmesi gerekir. Bu süreç yalnızca seçimle sınırlı olmamalıdır; toplumsal karar alma süreçlerine daha doğrudan katılım sağlayacak mekanizmalar kurulmalıdır. Bu tür kolektif katılım, toplumsal adaletin sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve kimliksel düzeyde de sağlanmasını mümkün kılar. Halkın, yerel yönetimlerde karar alma süreçlerine doğrudan katılabildiği bir düzende, toplumsal eşitlik için daha sağlam temeller atılabilir. Bu, sadece bireylerin seçimlerde değil, toplumsal süreçlerin her aşamasında eşit bir şekilde yer almasını sağlar.
Sonuç olarak, faşist düşüncenin yıkılması ve toplumsal eşitliğin sağlanması, halkın aktif katılımını ve toplumsal hareketlerin gücünü gerektirir. Felsefi düşünceler, bu süreci anlamamıza yardımcı olabilir, ancak asıl dönüşüm, halkın, toplumsal yapıları ve geleneksel kolektifleşmeyi sorgulayan eylemlerle mümkündür. Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik eşitsizliğin ortadan kaldırılmasıyla değil, aynı zamanda kimlik temelli eşitsizliklerin sona erdirilmesiyle sağlanacaktır. Bu, daha özgür, eşit ve adil bir toplum düzeninin inşa edilmesinin yolunu açacaktır.
DİPNOTLAR
1. Rancière Jacques. Emansipasyona Dair Seyirci (The Emancipated Spectator), Çev. Tuncer Çetin, Metis Yayınları, 2009, s. 60-85
2.* Rancière Jacques. Siyasalın Kıyısında. Çev. Aziz Ufuk Kılıç. İstanbul: Metis Yayınları, 2007, s 60-65.
Age. çevirmen “Communauté,” kavramını ‘cemaat’ olarak çevirmişse de Rancière’in kitabı ve felsefi düşüncelerinin bütününden hareketle ‘geleneksel topluluk’ olarak çevirmek ve metin boyunca da böyle bahsetmenin daha doğru bir kullanım olacağına karar verdim.
3.Marx Karl. Kapital (Das Kapital), Çev. Şerif Mardin, Varlık Yayınları, 1968, s. 205-230.
4.** interesse, inter arada, esse: olmak, varlık, (ç.n.)
5. Arendt Hannah. İnsan Durumu (The Human Condition), Çev. Ömer Demir, İthaki Yayınları, 2005, s. 115-130
6. Arendt Hannah. İnsan Durumu (The Human Condition), Çev. Ömer Demir, İthaki Yayınları, 2005, s. 139-151
7. Rancière, Jacques. Çatışma: Politika ve Felsefe (Disagreement: Politics and Philosophy), Çev. Tuncer Çetin, Metis Yayınları, 2005, s. 51-75.
8. Rancière Jacques. Çatışma: Politika ve Felsefe (Disagreement: Politics and Philosophy), Çev. Tuncer Çetin, Metis Yayınları, 2005, s. 25-50.
9. Hegel, Georg Wilhelm Friedrich. Hakkın Felsefesi (The Philosophy of Right), Çev. Sefa Öztürk, Sol Yayınları, 2007, s. 120-145.
10. Merleau-Ponty, Maurice. Algı Fenomenolojisi (Phenomenology of Perception), Çev. Figen Eke, İthaki Yayınları, 2005, s. 38-65.
11. Foucault, Michel. Disiplin ve Ceza: Hapishanenin Doğuşu (Discipline and Punish: The Birth of the Prison), Çev. Kenan Kalkan, Metis Yayınları, 2010, s. 50-75.