İngiliz idealizminin XIX. yüzyılın sonunda ortaya koyduğu etik tasarım, çoğu zaman Alman idealizminin bir “eko”su, hatta bir uzantısı gibi okunur. Özellikle Kant’ın özerklik anlayışı, Fichte’nin benlik vurgusu ve Hegel’in tözsel-toplumsal özgürlük kavrayışı olmadan, İngiliz idealizminin düşünsel biçimlenişini tasavvur etmek gerçekten mümkün değildir. Ancak mesele yalnızca bir aktarım hikayesi değildir. İngiliz idealistleri—Green, Bradley, Bosanquet—Alman sistemlerinin haşmetli spekülasyonunu İngiliz siyasal ve toplumsal bağlamına tercüme ederek, daha dünyevi, daha ahlaki-pratik bir çerçeve geliştirdiler. Bu çerçevenin merkezinde ise şu soru yer alıyordu: Modern toplumda etik bir temelin imkânı hâlâ var mıdır?
Bu soru bugün, özellikle bireyciliğin ve faydacı hesaplamanın yaşamın her alanına sızdığı bir çağda, hâlâ taptazedir. Zira faydacılık ile psikolojik hedonizmin hâkim olduğu bir ortamda, “iyi”yi yalnızca haz ve acının ölçüsüne indirgeyen yaklaşımlar, kaçınılmaz olarak ahlak kavrayışımızı daraltır. İngiliz idealistlerinin eleştirisi tam da buradan yükselir: Haz, iyi ile özdeş olamaz; “haz iyidir” şeklindeki basit önermenin düşünsel bir ağırlığı yoktur. Nitekim Santayana’nın Bradley’e dair yorumunda geçen şu ifade, bu noktanın kritik önemde olduğunu hatırlatır: “Hazın iyi, acının kötü olduğu şeklindeki boş gerçeğin yerini, mutlu bir insan dünyasının somut bir imgesi alacaktır.” Hazcının önermesi “içi boş bir hakikattir”; zira insan mutluluğu ve iyi yaşam, ancak somut bir yaşam düzeni içinde, pratik, gerçek ve tözsel bir hayatta anlam kazanır.
Ancak, İngiliz idealizminin etik programının merkezine yerleştirdiği “kendini gerçekleştirme” kavramının günümüzde girdiği dönüşüm, bu eleştiriyi dahi aşan yeni bir sorunsalı beraberinde getirmiştir. İdealist felsefenin yüksek ahlaki amacını temsil eden bu kavram, günümüzün çok satanlar endüstrisi ve “kişisel gelişim” kitapları tarafından metalaştırılmış durumdadır. Bu sektör, bir zamanlar tözsel, toplumsal ve evrensel bir iyiye doğru yönelmeyi ifade eden kendini gerçekleştirmeyi, bireyin haz odaklı kariyer başarısı ve duygusal konforuyla eşitleyen basit formüllere indirgemiştir. Sonuç olarak, bireyin gerçek benliğini bulma arayışı, felsefi bir etik projesinden ziyade, tüketicinin alıp satabileceği, piyasa koşullarına tabi bir hizmet veya ürün haline gelmiştir. Bu “kendini gerçekleştirmenin metalaştırılması” olgusu, sadece iyi yaşam arayışının felsefi derinliğini yitirmesine neden olmakla kalmaz, aynı zamanda bu arayışı dar bir bireyciliğin ve psikolojik hedonizmin tuzağına düşürerek, idealistlerin eleştirdiği o faydacı zemini yeniden güçlendirir.
Eğer yaşamımıza katı, net ve bazen “sert” istikametler veren kadim felsefe ve dinlerin muazzam çatısından bilinçli bir geri çekilme yolunu tercih ediyorsak, o halde bu ahlaki boşluğu basit piyasa formülleriyle doldurmaya da rıza göstermemeliyiz. Kendini gerçekleştirme gibi ulvi bir mefhumun ticarileştirilmesine karşı durarak, en modern olanı ararken bile en derin olanı sormaya mecburuz.
Pozitif Özgürlük ve Ahlakın İmkânı
H. Green’in özgürlük kavrayışı bu somutluk talebinin merkezindedir. Green, Lectures on the Principles of Political Obligation adlı eserinde (1885), özgürlüğü salt dış engellerin yokluğu olarak tanımlayan negatif liberal geleneğin ötesine geçerek, “pozitif özgürlüğü” öne sürer. Bu özgürlük, insanın kendi rasyonel-moral kapasitesini gerçekleştirme kudretidir. Başka bir deyişle, özgürlük, kişinin gerçek benliğinin (true self) icra kabiliyetidir. Buradaki “nefs-i hakiki” arzu ve dürtülerin geçici keşmekeşi değil, kişinin akli ve kalıcı eğilimleridir. Dolayısıyla etik bir temelin imkânı, her şeyden önce bireyin kendi gerçek doğasıyla kurduğu temasın niteliğinde aranmalıdır. “Doğa” ile kastedilen de salt dürtüsel veya yarı rasyonel, duygusal vs ama her zaman izole bir iç mekân değil; aklın kendi kendisini yöneten, süreklilik içinde düzenleyen ve pratik yaşamda kurumsal biçimlere bürünen yapısıdır. Bu nedenle kendini gerçekleştirme, basitçe arzuların doyuma ulaşması değil, aklın kendi yönünü tayin edebileceği bir bütünlük kazanması anlamına gelir. Bu noktada İngiliz idealistlerinin Hegel’le buluştukları yer belirginleşir: “doğa”, kişisel eğilimlerin toplamı değil, aklın kendini bilen ve kendi yasasını kendi içinde bulan yapısıdır. Kendini gerçekleştirme de bu yüzden kişinin kendi rasyonel doğasını adım adım gerçekleştirdiği bir etik projedir.
Hegel için “benlik” (self,) salt içsel haz ve algılardan oluşmaz; bilincin gelişimidir. Phenomenology of Spirit’te öz-bilinç, karşılıklı tanınma ve pratik ilişki içinde olgunlaşır —benlik, başkalarıyla ve dünyayla ilişki kurarak kendini bilir. Özgürlük Hegel’de yalnızca dışsal zorlukların yokluğu değil, kişinin kendi iradesinin kendi yasasını kendinde görmesi, yani kendine-kendi tarafından belirlenme halidir. Bu Hegelci çerçeve, insan doğasının rasyonel, toplumsal ve tarihsel bir gelişim içinde ortaya çıktığını gösterir. İngiliz idealistlerin alımı ise farklıdır. Green ve izleği, Hegel’in bu tarihsel-toplumsal benlik vurgusunu ahlak pratiğine taşır. Green’in pozitif özgürlüğü, Hegelci anlamda özgürlüğün “kendini belirleme” boyutunu içerir: özgürlük, kişinin rasyonel yeteneklerini ve ahlaki kapasitesini gerçekleştirme gücüdür. Yani “doğa”dan kasıt, bireyin taşıdığı rasyonel-ahlaki istidatın kurumsal koşullar altında gelişmesidir (Green, Prolegomena). Bradley ve Bosanquet’in biraz daha nüanslıdır: Bradley spekülasyon konusunda temkinliydi; Hegel’in mutlaklık söylemini olduğu gibi almamakla beraber, bilincin gelişiminin etik sonuçlarını ciddiye aldı: Buna göre iyi, bireyin toplumsal yerini ve görevini kavramasıyla ilgilidir. Bosanquet ise Hegelci devlet anlayışından esinlenerek devletin ve kurumların bireyin erdemini gerçekleştirmede oynadığı rolü vurgular: rasyonelleşmiş kurumlar, bireysel yeteneklerin toplumsal biçimde serpilip gerçekleştirilebilmesi için şarttır. Dolayısıyla da “doğa”—burada—hem bireysel istidat hem de bu istidatın toplum tarafından mümkün kılınması demektir (Bosanquet, Philosophical Theory of the State). Kısaca İngiliz idealistler Hegel’in tarihçi-metafizik coşkusunu törpülediler. Hegel’de “Tarih” mutlağın kendini gerçekleştirmesi biçiminde iddialı bir teleoloji taşır; İngilizler daha temkinli, pratik odaklıdır: amaç, metafizik bütünlüğü ispat etmek değil, etik yaşamın koşullarını göstermektir. Ancak temel Hegelci sezgi —benlik ancak karşılıklı ilişki ve kurumsal pratik içinde olgunlaşır— korunur. Bu yüzden “doğa”yı içgüdülerin zinciri olarak okuyamazsınız; o, aklın ve ruhun tarihsel-toplumsal tahayyülüdür.
Bu nokta tam da onların neden hedonizmi reddettiklerini açıklar. Eğer “doğa”yı hazların toplamı sayarsanız, özgürlüğü ve iyi’yi tanımlayamazsınız; çünkü haz bireye göre değişir, kısa ömürlüdür. Hegelci-idealistik perspektifte iyi, bireyin rasyonel doğasının gerçekleştirilmesidir. Başka bir deyişle, “self-realisation” burada öznel tatmin değil, akli-ahlaki bir kemal sürecidir—toplumun ve kurumların koşulladığı, bireyin içinde sorumluluk üstlendiği bir gelişim. Bu okuma bize şunu söyler: etik temeli ararken bakılacak yer; ne saf psikoloji (içgüdüler), ne salt sonuç hesapları (faydacılık), ne de tek başına metafizik spekülasyon değildir. Bakılacak yer, bireyin rasyonel-ahlaki istidadının kurumsal koşullar içinde nasıl açığa çıktığıdır. Hegelci terminolojide: özgürlük (ahlaki hayat/ethical life) içinde somutlaşır. Sonuç olarak “Kendi doğası” denilince İngiliz idealistlerin kastettiği şey, Hegel’in tanımladığı o tarihsel-rasyonel benlik gelişiminin bir türevidir—ama daha uygulama merkezlidir ve politik açıdan nazikçe sınırlandırılmıştır.

Kendini-Gerçekleştirme: Felsefi Bir Kavramın İstismardan Kurtarılması
Bugün “kendini gerçekleştirme (self-realisation)” deyimi, çoğu zaman kişisel gelişim literatürünün yüzeysel söylemleriyle kirlenmiş durumdadır. Oysa İngiliz idealistlerinin kavramsallaştırması bundan bütünüyle farklıdır. İdealist anlamda kendini gerçekleştirme:
-
Toplumsal bir bağlam içinde mümkündür.
Çünkü rasyonel benlik ancak ortak pratikler, kurumlar ve ilişkiler içerisinde somutlaşır.
-
Ahlaki bir yönü vardır.
Kişinin kendisini gerçekleştirmesi, keyfî arzularını tatmin etmesi değil, kendi rasyonel yapısına uygun bir yaşam sürmesidir.
-
Teleolojik bir ufka sahiptir.
İnsanın potansiyeli belirli bir telos doğrultusunda gelişir; bu telos, akli-moral kapasitenin mükemmelleşmesidir.
Kısacası, kendini gerçekleştirme, modern “ben kimim?” narsisizmiyle karıştırılamayacak kadar ciddi bir etik kavramdır. İnsan’ın kendi tercih ettiği bir anlam değer dünyası içinde yer almasını imler. Ancak bu toplumsallık boğucu olmamalıdır:
İyilik, ruhun toplumu talep etmesi ölçüsünde sosyaldir; ancak bireyin doğası, onun için iyi olan toplumsallığın türünü ve derecesini belirler (Santayana). Burada önemli olan, İyi’nin otomatik olarak toplumdan türetilmediği fikrinin önemle savunulmasıdır. Toplumun hayrına olan her şey birey için iyi olmak zorunda değildir.
“Nihayetinde hududu çizen, bireyin kendi “tabiat-ı asliyesidir”.
Bilginin Niteliği ve “Sensualist” Olmamak
Burada bireyin ne kadar rasyonel olduğu kilit önemdedir. Bradley ve Santayana’nın kullandığı anlamıyla sensualist, dünyanın yalnızca duyusal özlerini kavrayan, fakat kavramsal düşünmeye geçmeyen kişidir. Bu figür, şair, duyumcu ya da salt sezgiye yaslanan diyalektikçi ile aynı kefeye konur. Bu eleştiri, etik meseleye doğrudan bağlanır: Duyusal deneyimin anlık coşkularına indirgenmiş bir varoluş, kendini gerçekleştiremez; rasyonel bir benlik inşa edemez. Halbuki bilginin gerçekten bilgi olması için yalnızca “özleri sezmek” yetmez; eleştirel temellendirme ve nesnel bağlamlandırma gerekir. Bunu yapanlarsa rasyonal bireylerdir ve toplumla ilişkilerini akla dayandırırlar.
Hedonizm, Yararcılık ve Etik Temelin Çöküşü
İngiliz idealistlerinin hedonizme yönelik eleştirisi iki katmandadır:
-
Ontolojik eleştiri:
Haz, benliğin kalıcı doğasına ait değildir; gelip geçer.
-
Ahlaki eleştiri:
Haz ölçüt olarak alındığında ortak iyi tanımlanamaz; çünkü haz kişiseldir.
Bentham ve Mill’in yararcılık projesi her ne kadar toplumsal faydayı gözetse de, haz kavramının kendisi soyut kaldığından, mutlu bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair somut bir çerçeve sunamaz. Santayana’nın dediği gibi: “Mutlu bir insan dünyasının somut bir görüntüsü” olmaksızın etik temelden söz edilemez. İngiliz idealistleri burada Alman idealizminin mirasını sürdürür: Hakiki iyi, bireyin kendi teleolojik yapısı ile toplumun rasyonel kurumları arasındaki uyumdan doğar. Haz burada ancak eşlik eden bir fenomendir; temel değil neticedir.
Sonuç: Etik Temelin İmkânı ve İdealizmin Güncelliği
İngiliz idealizmi bugün çoğu zaman unutulmuş bir gelenek gibi görünüyor. Oysa çağdaş etik tartışmalarının çoğu—özgürlük, özerklik, toplumsal adalet, birey-toplum ilişkisi—Green ve Bradley’nin bir asır önce tartıştığı sorunların varyasyonlarıdır. Üstelik günümüzde, özgürlüğü salt engellerin yokluğu olarak tanımlayan liberal anlayış yeniden baskın hâle gelmişken, pozitif özgürlük kavrayışının yeniden hatırlatılması elzemdir.
İdealist etik, etik temelin imkânını bireyin potansiyelinde, akli-moral kapasitesinde bulur. Bu, romantik bir içe-dönüş değil; toplumsal kurumlar içinde somutlaşan bir kendini gerçekleştirme projesidir. Birey kendi tabiat-ı aslîyesini gerçekleştirdiği ölçüde toplumu dönüştürür; toplum da bireyin gelişimini mümkün kıldığı ölçüde meşrudur.
Son tahlilde, İngiliz idealizminin hatırlattığı en değerli hakikat şudur:
Ahlak ne duyuların anlık hazlarında ne de toplumun fayda hesaplarında bulunur. Ahlak, rasyonel benliğin kendi hakiki doğasıyla uyumlu eyleminde tecessüm eder.
Kaynakça
Bradley, F. H. Ethical Studies. 2nd ed., Oxford University Press, 1988.
Bosanquet, Bernard. The Philosophical Theory of the State. 4th ed., Palgrave Macmillan, 2010.
Green, T. H. Prolegomena to Ethics. Edited by David Brink, Oxford University Press, 2003.
Santayana, George. “Fifteen Years of British Idealism.” Some Turns of Thought in Modern Philosophy: Five Essays, Cambridge University Press, 2009, pp. 41–74.
Winds of Doctrine. MIT Press, 2009. Vol. 7 of The Works of George Santayana.
