Edebiyatın coğrafyası, tıpkı tarihin kendisi gibi, keskin fay hatları üzerinde yükselir. Ve bu tektonik kırılmaların kesişim noktasında, Doğu ile Batı’nın, Hristiyanlık ile İslam’ın binlerce yıla yayılan çetrefilli temasına şahitlik eden bir yazar vardır: Nobel ödüllü İvo Andriç. Onun külliyatını okumak, herhangi bir Doğu Bloku aydınının siyasal bilincinde görülen tarihsel yüke nazaran, çok daha kadim ve ağırbaşlı bir varoluşsal mirası sırtlanmak demektir.
Andrić’in edebi evreni, Tarihin kaçınılmaz akışına karşı bireysel eylemin ve mimari eserlerin kalıcılığını savunmasıyla, İngiliz edebiyatının büyük ustası Thomas Hardy’nin kozmik kötümserliği ile metinlerarası bir akrabalık kurar. Tıpkı Hardy’nin romanlarında doğanın ve kadim yapıların, insan kaderine karşı duran metafizik birer dekor işlevi görmesi gibi, Andrić de kendi anlatısında insanlığın gelip geçiciliğini, köprünün ebedi strüktürü üzerinden anlamlandırır.
Peki, bu çalkantılı Bosna ikliminden fışkıran Andriç’i diğerlerinden ayrıştıran, ona o “zamansızlık” hükmünü bahşeden nedir? O, tarihin acımasızlığını en yalın haliyle kayda geçiren bir ‘Kalıcılığın Filozofudur’. İnsanın ve medeniyetin kaçınılmaz yıkımını gören, fakat bu nihai sona rağmen, bir metanet anıtı olarak ‘köprü’yü diken bir dehadır.
Herceg Novi’de Son Liman: Andrić’in Köşkünde Ontolojik İnziva
Tarihle doğanın iç içe geçtiği bir yolculuğa çıktığımızda, zihnimizde canlanan o ebedi strüktürler, yazarın bizzat kendi hayatında kurduğu son sığınağa, Herceg Novi, Topla’daki eve bizi götürür. Yugoslav diplomat ve yazar Ivo Andrić’in, hayatının son demlerini geçirdiği bu köşk, eşi Milica Babić-Jovanović ile birlikte 1964’te yerleştiği, düşüncelerin somutlaştığı bir buluşma yeridir. (Milica Babić-Jovanović, kariyeri boyunca 300’den fazla performansa kostüm tasarlayan, Sırp Ulusal Tiyatrosu’nun tanınmış bir kostüm tasarımcısıdır.)
Bu inziva mekânı, bugün halka açık bir müze olarak kapılarını aralayan bu mekân, yazarın özel eşyaları ve eserlerinin muhtelif dillerdeki çevirileriyle, adeta bir zaman tüneli işlevi görür. İçinde sessizce dolaşmak, o yıllara gitmek gibiydi; bu duvarlar arasında kaybolan aşkın (özellikle eşinin kaybından sonraki yalnızlığı düşünülünce) ve kaleme alınan metanet felsefesinin birbirine karıştığını hissedersiniz. Bu köşk, her ziyaretçiye şunu düşündürüyor: “İnsanın en büyük eseri, yaşadığı coğrafyanın kaderine karşı diktiği köprüler midir, yoksa sadece sevdiği insanın yokluğuna karşı kurduğu sessiz anıtlar mı?”
Bu inceleme, Andrić’in Drina Köprüsü (1945) romanındaki ana motif olan “köprü” kavramını merkeze alarak, yazarın Bosna tarihi ve insanlık durumu üzerine sunduğu edebi ve ontolojik perspektifi, yaratımın ve kalıcılığın yüce bir tecellisi olarak derinlemesine analiz etmeyi amaçlamaktadır.

Ebedi Strüktürün Çatışması: Mekânın İdeolojisi ve Teknolojinin Yıkımı
Nobel ödüllü yazar Andrić, Drina Köprüsü (Na Drini ćuprija) romanında (1945), Mehmed Paşa Sokoloviç Köprüsü’nü dört yüz yıllık bir kroniğin sadece fonu değil, aynı zamanda merkezi bir karakteri kılar. Köprü, 16. yüzyıldan I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine dek uzanan bu destansı anlatıda, Doğu ile Batı’nın, süreklilik ile kaçınılmaz geçiciliğin kesiştiği, ontolojik bir düğüm noktası olarak işlev görür.
O, nesiller boyu süren ihtilaflara, siyasi rejimlerin devrimlerine ve insan dramlarına rağmen ayakta kalan, insan yaratıcılığının ve inatçı kalıcılığının yegâne sembolüdür. Ancak bu kalıcılık, bireyin ve toplumun kısa hafızasıyla daima bir tezat içindedir.
Nitekim yazar, Drina’nın taşkınları gibi felaketlerin ardından dahi, kasaba halkının geçmişi ne denli çabuk unuttuğunu şöyle gözler önüne serer: “Oysa en yaşlılar bile her zaman son sel felaketini hatırlardı; sanki ne o eski acılar, ne de o eski mutluluklar kalmış gibiydi.” Bu edebi gözlem, yazarın temel tezini, yani tarihin döngüselliği karşısındaki insani unutkanlığı somutlaştırır.
Bu bağlamda, Andrić’in eserleri hakkındaki yaygın kanı olan “yalnızca bir acı yazarıdır” hükmü, derin bir eksikliği barındırır. Zira yazar, trajedinin ve yıkımın sürekli tekrar eden döngüsünü kaydetmesine rağmen, o gerçekliği köprü gibi somut bir sanat eseriyle metanetin abidesi olarak bezelemekten kendini geri tutamaz.
Tıpkı Thomas Hardy’nin evreninde kadim toprakların ve taş yapıların, bireysel ölümlülüğün karşısına dikilen metafizik birer mevcudiyet arz etmesi gibi, Andrić de dünyanın kesintisiz çatışmalarına karşı taştan bir anıt diken garip bir bilgedir.
Romanın strüktürü, Osmanlı’yı temsil eden Gelenek ile Avusturya-Macaristan’ı simgeleyen Modernleşme ve Teknoloji arasındaki temel gerilim üzerine kurulur. Köprünün inşasıyla başlayan bu tarihsel döngü, onun çöküşüyle son bulur. Bu yapısal tercih, yazarın teknolojiye karşı gelenek temasına yönelik muhafazakâr eleştirel duruşunu en keskin biçimde ortaya koyar:
Yeni yönetimin gelişiyle birlikte köprünün toplumsal işlevi, bir Yapısal Müdahale ile altüst edilir: Yerel halkın sosyalleşme yeri olan sofa işgal edilir; köprüye demiryolu inşası dayatılır. Bu, yalnızca bir mühendislik faaliyeti değil, mekânın kutsiyetine ve toplumsal ritmine yapılan ideolojik bir tecavüzdür. Nihayetinde, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve modern teknolojinin (topçu ateşi) köprüye müdahalesi, Trajik Son’u getirir.
Geleneğin yüzyıllardır süren mücadelesi, modern savaş teknolojisinin acımasız ve anlık yıkımı karşısında anlamsızlaşır. Andrić, bu anlatım tercihiyle, modernleşmeyi taşıyan teknolojiyi yabancı, soğuk ve nihayetinde yıkıcı bir güç olarak konumlandırır; geleneksel düzeni ve yerel yaşamı temsil eden köprünün yıkılışı, yazarın gözünden medeniyetin ve sürekliliğin sona ermesi olarak okunur. Yazar bu çöküşü, “Köprü, bir ölüm cezası almış gibiydi; fakat yine de bütün ve dokunulmamış duruyordu, iki savaşan taraf arasında.” sözleriyle, taşın dahi bu acımasız çağa karşı verdiği trajik ve beyhude direnişi mühürler.
İnsani Yıkımın Kronolojisi: Kadın, Direniş ve Tarihin Edilgen Figürleri
Andrić’in anlatı sistemi, her ne kadar epik bir edebi bütünlük arz etse de, eleştirel odağını nadiren sistemli bir yapısal siyasi analize ya da etnik/sınıfsal temelli derin bir incelemeye kaydırır. Yazar, eleştirisini daha ziyade tarihsel döngüsellik ve insanın fani kaderi gibi yüce ontolojik vizyonlarla sınırlı tutar. Bu edebi tercihin yarattığı sınırlılık, romandaki yerel Müslüman karakterlerin temsilinde belirginleşir; zira Andrić, bu figürleri sıklıkla, köprünün merkezindeki Sırp anlatısına eşlik eden, çoğu zaman tarihin edilgen figürleri olarak konumlandırır.
Bu edilgenliğin iki kutbu, biri bireysel isyanla, diğeri ise geleneksel inkârla yıkılan iki figürde somutlaşır: Fata ve Ali Hoca.

Fata’nın Trajik İmtihanı ve Ali Hoca’nın Yıkılışı
Romanın öne çıkan karakterlerinden—İngiliz edebiyatında protagonist denilen figürlere benzer bir ağırlıkla—Fata, ataerkil toplumsal beklentilere karşı çıkan ve bu toplumsal boyunduruktan kurtulmak için köprüden atlayarak intihar eden genç bir kadındır. Fata’nın trajedisi, yalnızca bireysel bir sona değil, aynı zamanda toplumsal normlara uymayan kadınlığın dışlanmasına ve mutlak yok oluşla cezalandırılmasına işaret eder. Onun eylemi, köprünün (yani toplumun ve tarihin) dayattığı itaat sınavından geçemediği için, anlatı içindeki araçsallaştırılmış ve ibret verici bir kader olarak sunulur.
Öte yandan, romanın kapanış bölümü, köprünün dört yüzyıllık hikayesinin son canlı tanığı olan Ali Hoca’nın manevi çözülüşü ve ölümüyle mühürlenir. Ali Hoca, eski düzenin ve geleneksel hayat tarzının en inatçı temsilcisidir; onun varlığı, değişmezlik inancının bir simgesidir. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Avusturyalıların köprüyü havaya uçurma girişimlerine tanık olur. Köprünün patlayıcılarla tahrip edilişini gördükten sonra, yüzyıllık kalıcılık ve düzen inancının yıkılışını idrak ederek dükkanına doğru yürürken kalp krizi geçirir ve hayatını kaybeder.
Bu son, bir kahramanın gönüllü fedakarlığı değil; zamanın ve modernliğin devrimci gücüne karşı gelen bir adamın, inandığı “sonsuzluk” motifinin köprünün taşlarıyla birlikte parçalandığını görmenin yarattığı manevi bir hezimetin sonucudur.
Mermer Soğukluğunda Bir Anlatım: Bosna’nın Hüzün Epikası
Andrić’in sanatsal kudreti, anlattığı tarihsel dehşetin büyüklüğüne rağmen koruduğu mesafede, yani mermer soğukluğundaki anlatımında yatar. Onun üslubu, parlak bir nesnellikle, olaylara karşı mesafeli ve insani duyguların taşkınlığına karşı ihtiyatlıdır. Yazar, okuru anlatılan trajedinin içine duygusal olarak boğmak yerine, onu yukarıdan, tarihin ve köprünün sarsılmaz kemerinden bakmaya davet eder. Bu, metinde bir tür ‘bireysel kayıtsızlık’ (ya da felsefi bir stoacılık) yaratma çabasıdır ki, okur bu sayede yüzyıllık acı döngüsünü, tüm bir kolektif hafızanın kaçınılmaz, durağan akışı içinde gözlemleyebilir ve böylece nesnel bir idrake ulaşabilir
Andrić, bu üslup tercihiyle Bosna’yı sadece bir coğrafya değil, bir ruh hali (duša) olarak ele alır. Bu ruh hali, Batı’nın rasyonel akılcılığı ile Doğu’nun kadim kaderciliğinin, iki farklı kültürün yüklendiği yorgunluğu (umor) sırtlanmış, kendi içinde sessizce yanıp tutuşan bir hüzündür. O, bu hüzünlü ve epik metni, ne bir öfke patlamasıyla ne de karamsar bir mizahla işler; o, sadece not alır, kaydederek tarihe karşı direncini ilan eder.
Ve tam da bu direnişte, yazarın ölümsüzlük reçetesi gizlidir. Zira Andrić’in kendisi, yüzyıllara meydan okuyan bir köprü misali, şu sarsılmaz hakikati fısıldar:
“Biz, sıradan insanlar, yalnız bir sefer ölürüz. Ama büyük adamlar iki sefer ölürler. Birinci sefer bu dünyayı bırakıp gittikleri, ikinci seferde bıraktıkları eserler yıkılıp kaybolduğu zaman.”
Ancak, Drina Köprüsü bugün hâlâ yirmi beşten fazla dilde okurun elinde, nesilden nesile geçiyorsa; Ivo Andrić’in (Slav dillerinde “çevrilmek” anlamına gelen) preveden değil, “yaşatılan” (živi) bir yazar olduğunu kanıtlar. Onun eseri, insana en büyük düşmanının unutkanlık (zaborav) olduğunu, ancak umudun ve kalıcılığın her zaman Drina’nın üzerinde bir yerlerde, taşın soğukluğunu aşan bir inançla inşa edilebileceğini hatırlatan ebedi bir mesajdır. Köprüler yıkılsa da, hikayeleri kalır; ve yazarın bıraktığı o hikayeler, insanlığın ortak sudbina‘sına (kaderine) dikilmiş en sağlam anıtlardır.
Andrić’in İzinde, Akdenizli Bir Sükûnet
Ivo Andrić, hiç şüphesiz, eserlerinde yansıttığı gibi insan ruhunun karmaşıklığını ve tarihin üzerimizdeki silinmez izlerini eşsiz bir ustalıkla ele almıştır. Onun Bosna’ya dair derin kavrayışı ve meşhur köprü metaforu, farklı kültürler ile zamanlar arasında bir bağ kurma arayışının edebi bir zirvesi olarak algılanabilir.
Bu evrensel temanın zemininde, Karadağ’ın ve halkının kendine has, dingin ama dirençli duruşu dikkat çekici bir arka plan oluşturur. Petar II Petrović[1]‘in çabalarıyla bağımsızlık mücadelesi vermiş olan bu coğrafyanın insanları, canayakınlıkları ve doğal misafirperverlikleriyle hemen dikkatimi çekti. Bir yazar ve gözlemci olarak, onların mücadeleci ruhunun, hayata karşı gösterdikleri bu sağlam karakterle birleştiğini gözlemledim.
Yazar Andrić’in de bir dönem evi olarak benimsediği ve “ebedi yeşillik ve güneş şehri” olarak nitelendirdiği o muhteşem Herceg Novi, eşsiz bir coğrafyanın ve gönlü bol insanının en güzel temsilcilerinden. Andrić’in yaşamının bir parçası olan bu Boka Kotorska incisi, onun evrenselliğe uzanan edebi yolculuğunun Akdenizli, samimi ve gerçekten misafirperver bir durağı olarak tarihe kazınmıştır.
Sonuç olarak, bu bölgenin dingin güzelliği ve sarsılmaz karakteri, Andrić’in eserlerinin özünde yatan insancıllık temasını adeta tamamlamaktadır. Köprüler kuran bu yazarın izinde yürümek, hem edebiyatın hem de insan ruhunun sınırlarını bir kez daha deneyimlemek demektir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
Bu incelemede kullanılan edebi gözlemler, alıntılar ve biyografik bilgiler aşağıdaki kaynaklara dayanmaktadır.
[1] Petar II Petrović-Njegoš (1813–1851). Karadağ Prens-Piskoposu (Vladika), şair ve filozoftur. 1830–1851 yılları arasında hüküm sürmüş ve modern devlet idaresini kurma çabalarıyla modern Karadağ’ın kurucusu olarak kabul edilir. Edebi alandaki en önemli eseri Gorski vijenac’tır. (Dağların Çelengi)
I. Birincil Eser
Andrić, Ivo. Drina Köprüsü (Orijinal Adı: Na Drini ćuprija). İlk Yayın Tarihi: 1945. (Metinde geçen tüm alıntılar, eserin Türkçe çevirisinden uyarlanmıştır.)
II. Biyografik ve Edebi Bilgiler
Ivo Andrić Biyografisi: Nobel Edebiyat Ödülü’nü 1961 yılında kazanmıştır.
Mehmed Paşa Sokoloviç Köprüsü: Visegrad’da bulunan ve 16. yüzyılda inşa edilen tarihi köprüdür.
Milica Babić-Jovanović: Ivo Andrić’in eşi, tanınmış Sırp kostüm tasarımcısıdır (1909–1968).
Herceg Novi Köşkü: Yazarın 1964 sonrası yaşadığı ve şu an müze olarak kullanılan evidir.
III. Metinde Kullanılan Sırpça/Slavca Kavramlar
Duša: Ruh, can.
Umor: Yorgunluk.
Preveden: Çevrilmiş.
Živi: Yaşayan.
Sudbina: Kader.
