Popülizmin Gerçek Yönü: Aşağıdan Değil, Yukarıdan

Tarih:

Bir toplumsal fenomeni anlamak istiyorsak, önce onun ne olmadığını anlamamız gerekir. Hegel’in negatiflik kavramı burada kritik bir işlev görür: bir olgunun kendini açığa vurması için önce yanlış imgelerinden, yanıltıcı kabuklarından arındırılması gerekir. Negatiflik yalnızca yıkıcı değil, kurucu bir eylemdir — sahneyi temizler ve bize fenomenin özünü görme imkânı verir. Sağ popülizmi çözümlemeye çalışırken de ilk görevimiz, onu romantik bir “halk isyanı” anlatısından ayırmak, yani bu yanılsamayı bertaraf etmektir.

Bugün sağ popülizm genellikle “halkın sesi” olarak lanse ediliyor. Sanki öfkeli kitleler, sistemin yozlaşmış elitlerine karşı ayaklanıyor, iktidar da bu dalgaya boyun eğmek zorunda kalıyormuş gibi bir anlatı hâkim. Ancak bu, yanıltıcı bir masaldan ibaret. Hegel’in “efendi-köle diyalektiği” tam da burada ufuk açıcıdır: “Halk” diye romantize edilen özneler aslında kendi öznelliklerini kuran iktidar tarafından şekillendirilmiş, yani yukarıdan üretilmiş bir halktır.

ABD’de Trumpçılık veya Birleşik Krallık’ta Brexit süreci incelendiğinde, bu hareketlerin sosyal medyada “organik” görünmesine rağmen büyük sermaye, medya tekelleri ve siyasi elitlerce beslenip büyütüldüğü görülür. “Halkın öfkesi” Fox News, GB News veya Daily Mail manşetleriyle yönlendirilmiş, tahrik edilmiş ve belirli hedeflere kanalize edilmiştir. Bu durum Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde kölenin kendi özgürlüğünü tanıması için efendiyi tanıması gerektiği fikrine ironik bir ayna tutar: burada “halk” kendi öfkesini bile efendinin dilinde, efendinin medyasında tanır.

Bu nedenle sağ popülizmi “aşağıdan yukarıya” bir isyan olarak okumak yerine, “yukarıdan aşağıya” bir proje olarak görmek gerekir. İktidar, yeni medya araçlarını ve algoritmik görünürlüğü kullanarak kimlik siyasetini silaha dönüştürür; göçmenleri, feministleri, queer toplulukları hedef göstererek kendi varlığını meşrulaştırır. Hegelci anlamda, “evrensel” olanın —yani yurttaşların eşitliği— reddi, tikel bir kimlik siyaseti üzerinden dayatılır. Böylece sahte bir “biz” inşa edilir ve bu “biz”, varlığını sürekli bir “öteki”yi hedef göstererek sürdürür.

Burada medyanın rolü basit bir iletim aracı olmaktan çok daha fazlasıdır. Medya, popülizmin ideolojik aparatıdır; gerçeği temsil etmek yerine, onu çarpıtarak kitlelerin önüne koyar ve onların algısını biçimlendirir. Sosyal medyanın algoritmik doğası bu çarpıtmayı daha da derinleştirir: hangi içeriğin görünür, hangisinin görünmez olacağına dair kararlar, kullanıcıların siyasi duygularını şekillendirir. “Halk”ın tepkisi bu nedenle saf, arı bir tepki değil; daha en baştan biçimlendirilmiş, tahrik edilmiş, yönlendirilmiş bir tepkidir.

Hegel’in tarih anlayışında rastlantıların rolü ikincildir; asıl olan, Geist’ın yani Tin’in kendi zorunluluğu içinde açılmasıdır. Sağ popülizmin yükselişini de yalnızca “tesadüfi öfke patlamaları” olarak göremeyiz. Bu yükseliş, neoliberal dönemin krizlerine verilen bilinçli bir cevaptır. Sermaye, kendi meşruiyetini kaybetmeye başladığı noktada, halkın öfkesini sol taleplerden uzaklaştırıp sağa kanalize etmek için bu popülizmi seferber etmiştir. Bu nedenle, fenomeni “halktan kopup gelen” bir isyan gibi değil, krizi yönetmenin yeni bir yolu olarak okumak gerekir.

Bu noktada Stuart Hall’un katkısı çok değerlidir. Hall, kültürü sabit bir şey olarak değil, sürekli yeniden müzakere edilen bir süreç olarak görür. “Kimlik” dediğimiz şey de Hall’a göre tamamlanmış bir öz değil, söylemsel olarak kurulan ve sürekli yeniden yazılan bir hikâyedir. Sağ popülizm, bu hikâyeyi yeniden yazar — “gerçek halk”ın kim olduğunu, kimin dışarıda bırakılması gerektiğini, kimin “bizden olmadığı”nı yeniden tanımlar. Bu yüzden sağ popülizm yalnızca siyasi bir strateji değil, kültürel bir proje olarak da işlev görür. Hegelci “tanınma” arzusunu manipüle ederken, Hall’un işaret ettiği gibi, bir kimlik “dizgisi” kurar: ötekine karşı konumlanan bir biz.

Peki bütün bunların kimlikle ne ilgisi var? Burada Hegel’in “tanınma” kavramı tekrar devreye girer. İnsan, kendi özünü başkalarının tanımasıyla kurar. Sağ popülizm, bu tanınma arzusunu manipüle eder: “senin değerini bilmeyen, seni küçümseyen bir elit var, ama biz seni görüyoruz” mesajıyla bireyi kucaklar. Böylece birey, varoluşunu bu yeni “biz” içinde, bu yeni tikel toplulukta bulur.

Kimlik dediğimiz şey, doğuştan verilmiş bir öz değil, sürekli yeniden kurulan bir hikâyedir. Medya ve siyaset, bu hikâyeyi belirli imgeler ve düşman figürleri etrafında kurar. Göçmen karşıtlığı, “ulusal değerler” vurgusu, “geleneksel aile” söylemi — hepsi kimliği daraltan, tek tipleştiren ve onu sürekli bir tehdit algısı üzerinden canlı tutan mekanizmalardır. Hall’un söylediği gibi, kimlikler yalnızca benzerlikler etrafında değil, aynı zamanda farklar etrafında kurulur: “biz”i inşa eden şey, “onlar”ın dışlanmasıdır. Bu nedenle sağ popülizmin dili, sürekli bir “öteki” icat ederek kendi varlığını devam ettirir.

Bir kimliğin sürekliliği, aslında onun kırılganlığının kanıtıdır; sürekli yeniden teyit edilmek zorundadır. Sağ popülizm, bu teyit ihtiyacını hiç bitmeyen bir “kültür savaşı” üzerinden besler. İdeolojik olarak, bu savaş bir türlü kazanılamaz; çünkü kazanılırsa kimliği yeniden teyit edecek bir kriz kalmaz. Bu yüzden düşman imgeleri sürekli yenilenir, tehditler sürekli büyütülür.

Dolayısıyla sağ popülizme karşı mücadele, yalnızca politik bir programla değil, aynı zamanda kimlik inşasını demokratikleştiren bir medya stratejisiyle yürütülmelidir. Kimlikleri kapatan değil, açan; ötekini düşmanlaştıran değil, onunla konuşma imkânı yaratan bir dil inşa edilmedikçe, popülizmin yarattığı sahte “biz” dağılamaz. Hegel’in dediği gibi, özgürlük yalnızca kendiliğindenlik değil, tanınmanın karşılıklılığıdır. Stuart Hall’un uyardığı gibi, kimlik sabit bir varlık değil, sürekli bir süreçtir: o süreci çoğulcu, katılımcı ve diyalojik kılmadığımız sürece popülizmin daraltıcı hikâyesi baskın kalacaktır.

Gerçek bir halk siyaseti, ancak her bireyin kendi kimliğini özgürce kurabildiği, tanındığı ve ötekini tanıyabildiği bir zeminde mümkün olabilir. Bugün ihtiyacımız olan, yukarıdan aşağıya dayatılan bu sahte popülizmi teşhir etmek, onun medyatik yapısını çözmek ve kimlik siyasetini daha özgürleştirici bir zemine taşımaktır. Ancak o zaman “halk” gerçekten kendi sesini bulabilir — ve o ses, sadece bağıran bir öfke değil, hakikati talep eden bir ses olur.

Mehmet Sebih Oruç
Mehmet Sebih Oruç
Mehmet Sebih Oruç, Newcastle Üniversitesi’nde medya, kültür ve miras alanında doktora çalışmasını yakın zamanda bitirmiştir. Araştırması, ABD siyasetinde sosyal medya, popülizm ve “şöhret kültürü”nün kesişimini incelemektedir. Başlıca ilgi alanları teknoloji felsefesi, dijital kültür, popülizm, post-truth tartışmaları ve siyasal iletişimdir. Bu konularda çeşitli akademik makaleler ve Post-Truth Durum adlı bir kitabı vardır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Editörün Seçtikleri

Yazar Olmak İstiyorum

Yeni ve güçlü akademik kadromuzla yayın hayatına başlayan Republica, Sosyoloji, Felsefe, Tarih ve Politika alanlarında kalemini konuşturmak isteyen yazarlara kapılarını açıyor!

İlgini Çekebilir
SOCIUS

Henri Bergson’da Zaman ve Hafıza

Henri Bergson, felsefe tarihinde daha önce pek de üzerine...

Oryantalizmin Kalbinde: Gertrude Bell, Heart of Darkness ve Bugünün Diplomatik Feminizmi

“Ciddi meseleler, ciddi adamlar arasında konuşulur.” Bu söz, 20. yüzyıl...

Amerikan Aydınlanması – Shane J. Ralston

Amerikan Aydınlanması (Internet Encyclopedia of Philosophy) Amerikan Aydınlanması’nın tam olarak hangi...

Savaş Meydanında Ahlak Felsefesi – Andy Owen

Savaştaki bir asker ızdırap verici, hatta çözülmesi imkansız ahlaki...