Utanç İmalatı ve Toplum
Yıllardır işime, şehir içi otobüslerinin ve okul servislerinin de kullandığı dar bir yolu kullanarak gidiyor ve geliyorum. Birkaç hafta önce aldığım takviyelerle ayakta durmaya çalıştığım ağır bir soğuk algınlığının henüz daha ilk fazındayken, eve dönüş yolunda sokakta oynayan dört-beş yaşlarında üç çocuk gördüm. Çocuklar mutlulukla caddede koşuyorlardı. Hayli yavaş geliyor olmama güvenmiş olacaklar ki tehlikeli bir oyun oynamaya karar verdiler; arabanın arkasından koşmaya başladılar ve neredeyse arabaya dokunacak kadar yaklaştılar. Hatta, çocuklardan birisi, sanki cesaretini arkadaşlarına da göstermek istiyormuşçasına arabanın sağ arka kapısına vurmak istemiş elini havaya kaldırmıştı. Bu tehlikeli oyunda çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Aracı kenara çektim, araçtan indim ve onları uyardım. Bu yaşlardaki çocukların uyarılmasının pek de bir anlamı olmadığını her yetişkin bilir. Çocuklar bana meraklı ve mutlu gözlerle bakıyorlardı ama dikkatleri caddeden geçen arabalarla dağılıyordu. Arabalar onların minik kalplerini heyecanlandırıyordu. İlk fırsatta tekrar otobüslere, arabalara doğru koşacakları her hallerinden belliydi. Bir park halinde beni bekleyen arabaya baktım bir de çocuklara.
İtiraf etmeliyim ki birkaç saniyeden daha uzundu, tereddüt ettim. Hemen tatlı öğle uykuma kavuşmak istiyordum. O esnada arkadan hızlı bir şekilde trafik akmaya devam ediyordu. Ahlaki eylem ile kişisel arzumun çatışmasının arasında kalmıştım ama yapmam gerekene karar verdim. Çocuklara evlerinin nerede olduğunu sordum, bir çocuk gösterdi. Zile bastığımda kapıyı genç bir kadın açtı “Hanımefendi ben Melinda, yoldan geçiyordum ve trafik akıyorken çocuklar araçların üzerine koşuyorlar ve bunu eğlenceli bir oyun sanıyorlar. Haber vermek istedim,” dedim genç anne önce panikledi. Bir yabancının onu uyarmasıyla annelik içgüdüleri tetiklenmişti. Benim kurduğum cümle henüz bitmişti ki çocuğuna bağırdı “Her zaman uyarıyorum seni, koşma arabaların üzerine!” Çocuklardan hiçbirisi bu bağırmayı üzerine alınmadı. Öyle ki hangi çocuğun genç annenin oğlu olduğunu anlayamamıştım. Bu defa, anneyi rahatlatma isteği ile “Yaşları çok küçük ve burası işlek bir cadde,” dedim. Bu cümlem anneyi incitti, daha doğrusu utandırdı ve öfkeli bir ses tonuyla “Siz benim anneliğimi mi sorguluyorsunuz?” diye sordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. “Hayır,” demek istedim ama annenin devam eden öfkeli haykırışları arasında bir fırsat bulamadım. Anne büyük bir öfkeyle aynı şeyleri tekrarlıyordu: Çocukları yalnız bıraktıysa ne olmuştu, işi çıkmış olamaz mıydı, aslında zaten asla yalnız bırakmıyordu. Şimdi utandırılmış bir annenin, sorumluluğundan doğan utancı hiç tanımadığı birisine, yani bana yöneltmesini dinlemek zorundaydım. Sosyal roller tanımlandığında gurur ve utanç ilk başvurulan duygudur. Çoğu zaman, toplumun bu bipolar kodlaması üçüncü bir bakış açısına, acımasızca izin vermiyor. Anne belki pişmanlık hissediyordu. Belki de yabancı oluşum, muhtemel risklerin büyüklüğüne dair onu korkutmuştu. Hızlı bir yargıya varmadan önce anlamaya çalışalım. Bir annenin, kendi anneliğini savunma içgüdüsü, çocuğunu savunma içgüdüsü ile kesiştiğinde utanç hayli acı bir tecrübe olabilir. Bilmiyorum. Bu arada ben hala gözlerimle çocukların akan trafikteki arabaların üstüne koşup koşmadıklarına bakıyordum. Tam o esnada fark ettim, üç küçük çocuktan birisi, park halindeki arabamın arka sağ farını, sanki bir kediyi sever gibi okşuyordu.
Toplum bazen bizi göklere çıkarır, kurulan hayali bir tahtta bizi övgülerle (ve saygı ile hayranlıkla) mest edebilir: Fakirlere yardım etmek, bir başarı elde etmek veya olumlu anlamda toplumsal beklentiyi aşan sıradan bir olay, bir gün, bir yıl belki de on yıllarca zihinlerdeki o tahtta oturmamıza, övgüleri toplamamıza yarayabilir. Ancak bu madalyonun bir yüzü, diğer yüzünde ise keskin bir koşullandırma bulunuyor: Utanç. Utanç ve övgü toplumun gizli, güçlü ve tehlikeli silahıdır. Biz insanlar genellikle övgüleri hızlı ve sorgulamadan sahipleniriz. Ancak utanç söz konusu olduğunda durum böyle değildir. Utanç varsa, iki potansiyel suçlu da vardır: Kişinin kendisi veya utanç acısını büyüten, körükleyen toplum. Anne ile benim aramda olan buydu. Ben toplumun temsilcisi olmuştum. Böyle zamanlarda utanç ile ilişkilendirilen gerekçeler çok da önemli olmayabilir. Utanç, kendi doğumuna neden olan koşullarıyla bağ kurmadan hızlı bir şekilde savunma hattına sürüklenebilir, utanç sahibinin öfkesini büyütebilir. Buna karşılık sağlıklı bir utanç sınamaya açıktır ve öz şefkatle iyileşebilir. İyileşmeyen bir utanç, benlik imajına katılır ve kasvetli bir öfkeyle boyanır -veya daha da kötüsü bu utançla katılaşan benlik imajı, umarsız ve koyu bir yalnızlığın karanlığına terkedilir. Çünkü bir yerde utancın dumanı tütüyorsa, kesinlikle orada yakılan bir şeyler vardır, yükselen bir çatışma vardır. Bu pek çok açıdan çarpık bir tablo gibi görünüyor değil mi? Gelin, biraz daha yakından bakalım.
Hiçbir insan, iç dünyasında tek başına değildir, hiçbir utanç yalnız değildir. Her utancın bir topluluğu vardır. Toplumlarda utancın sınırları farklı çizgilerle çizilebilir ama en ilkel toplumlardan en modern toplumlara kadar kanına utanç bulaşmamış topluluk yoktur. Utanma toplumların damarlarında akarak psikolojilerini dizayn eder (veya sömürgeleştirir, bu konuya yazının ilerleyen kısımlarında tekrar döneceğiz). Çünkü utanç, toplumsal normların korunmasını hedefler ve utanmakla kişi, bireyselliğiyle topluma dahil olmasının bir yolunu elde eder. Dışlanmanın ölümcül olduğu zamanlardan beri, insanın en ilkel dürtülerinden biri toplumsal kabul ve takdirdir ki kabul ve takdiri tehdit eden en tehlikeli duygu utanma duygusudur. Öyle ki insanlar çoğu zaman, toplumsal onamı elde etmek amacıyla, bireysel arzularını kolektif etiketi ve damgalanmayı (ya da baskıyı) gözeterek feda eder, çünkü utanma içgüdüsü insanın ruhuna işlenmiş haldedir.
Anneyi anlıyorum. Her utanma, insana bir güç uygular ister zayıf ister şiddetli olsun dahası her haliyle yakıcıdır ve şiddetli bir acının formudur, tıpkı derin ve sarsıcı bir fiziksel ağrı gibi tecrübe edilir. Bu öyle bir acıdır ki benim o an soğuk algınlığı nedeniyle yaşadığım fiziksel acılarla kıyaslanmaz. İnsanlar, bu boğucu utanç acısından, soğuk algınlığından korktuklarından daha fazla korkarlar. Toplumlarda utanç acısının şiddeti akla hayale sığmaz eylemlerin doğuşuna zemin hazırlayabilir: Cinsel istismar gibi vakalarda utanç zincirini tedarik eden katı utanç toplumu mağdurların sayısını arttırabilir. Ya da yoksulluğun çaresizliğine eklenen ekonomik sınıf farklılıklarına dair utanç, bir babayı intihara sürükleyebilir. Yaşanmış trajedilerin üstünü kadife bir örtü ile (ahlakı, erdemi, şeref, haysiyet ve onuru kullanarak) örtüp saklayabilir ve yaşanacak haksızlıkları teşvik edebilir. Toplum tarafından geliştirilen, utanca katılan katı kültler (şeref, onur, haysiyet) kadın cinayetlerini cesaretlendirebilir.
Utancın toplumsal işlevselliği insan yaşamının çok erken yaşlarında başlar. Örneğin, henüz daha yetişkinliğe yeni adım atan ergenler söz konusu olduğunda sosyal rollerinin tanımlanmasında utanç işlevsel hale gelir ve tüm duygu repertuvarını şekillendirebilir. Örneğin kendisine telkin edilen yenilmez ve güçlü “erkek” profiline erişmek isteyen ergenler ile yaptıkları çalışmalarda Dan Kindlon ile Michael Thomspon’un dikkat çektiği üzere, ergenler daha ergenliklerinin ilk başlarında ağır bir çelişki ile yüzleşir: Bedenleri acıkır, hastalanır ve böylelikle onlar da acizliklerinden ve incinebilirliklerinden utanmaya başlalar.[1] Çünkü toplumun dayattığı “ideal erkek mitinden” uzak olduklarını düşünürler. Henüz daha ergenliğin ilk zamanlarında, “ideal miti” ile “mükemmel stereotipi” öz-değerlendirmeye katılarak zayıf ve aşağı kabul edilenlere dair aşağılama, tiksinti ve utanç gibi insan ruhunun her köşesini etkileyen negatif yargılamaları kolaylaştıran duygu durumlarına dönüşür. Bu ise tüm toplumu şekillendirir. Martha Nassbaum’ın Not for Profit : Why Democracy Needs the Humanities başlığını taşıyan küçük hacimli değerli kitabının önsözünde belirttiği üzere, “kontrol mitinin” hâkim olduğu toplumlar, acizliğe dair utancı toplumsal dinamiklerinin bir parçası haline getirmeye eğilimlidir. Ancak bu ortak bağımlılık ve ortak ihtiyaçlarımızla dokunan toplumsal birlik demokratik düşünme ve çoğulculuk açısından zararlı olabilir.[2]
Akran kültüründe olduğu gibi diğer kültürel kohortlarda da kendi grup içi dinamikleriyle şekillenen, telkin edilen utanç standartları olabilir. Örneğin bugün dijital toplumlar da utanç “mükemmelin çerçevelenmesi ve sunulmasıyla” güvensizliği pekiştirmeye devam eder. Gerçeküstü güzellik fantezisine dayanan estetik kriterler yargılamayı, damgalamayı ve dışlama ile dışlanmayı kolaylaştırmıştır. Acımasızca yapılan diyetler ve ideal inçlere ulaşmak için sosyal medya akışlarında verilen tehlikeli kürler bu utanç şiddetinin bir dışavurumudur. Çevrimiçi yaşanan utanç, çevrimdışı müşteriler yaratır. Sosyal medya, kelimenin tam anlamıyla bir utanç endüstrisine dönüşür. Bugün küresel makyaj pazarının büyüklüğü 2023 yılında 41,49 milyardır[3] ve 2030 yılına kadar yıllık %5,62’lik bir büyüme oranı ile 75, 23 milyar dolar seviyesine ulaşması beklenen dinamik bir pazar haline gelmiştir.[4] Sosyal medya hesaplarına bir adım geri çıkıp baktığımızda, fark edeceğimiz üzere narsisizm, acizlik, tiksinme utanca eşlikçisi olan duygulardır.
Sosyal medyada hemen her gün gördüğümüz linç kültürü de bu utanç imalatının bir uzantısıdır. Linç, çoğu zaman utanca öfkeli bir çağrıdır. Toplumsal kabul beklentisi ile bir canavara saldırmanın ve canavarca saldırmanın arasındaki sınırın bulanıklaştığı ilkel avlanma stratejilerinin dijital izdüşümü ve statü yarışıdır. Fakat bu kitlesel öfkenin tehlikeli boyutlara ulaşması daima, an meselesidir. Sosyal medyada viral olmuş bir öfke herkes için tehlikelidir. Öyle ki linçteki öfkenin tirajından hükümetler de azade değildir ve bu türde bir öfke, yöneticiler üzerinde de etkili olmaktadır. Ayrıca her utanç türü toplumsal kabullere dair kendisiyle eş zamanlı statü doğurur. Çeşitli hiyerarşiler arası çatışmaları ve şiddetli gruplaşmaları cesaretlendirir ve damgalanmaları teşvik eder.
Utanma duygusunun toplumsal yansıması olan “damgalama” ise başlı başına toplumsal ilerlemenin önündeki engellerden birisidir. Damgalama, aşağılama ve küçümsemedir. Ahlaki normların yozlaşmasına ve ikiyüzlülüğün bir pandemiye dönüşmesine olanak sağlar. Damgalama, erdeme dönük eylemleri motive edecek psikolojik araçlara hasar verir. Bu yüzden damgalanmış bireyler, genellikle kendilerine bulaştırılmış damgalar ile ahlaki eylem arasındaki mesafeyi aşmaya istekli olmazlar. Böylelikle cezalandırmaya, utanca ve aşağılamaya aday olarak görülen eylem veya fail, kristalize hale getirildiği için rehabilitasyona da direnç kazanır.
Oysa, damgalamada çoğu zaman, damgalanan bireylerin gerçekte olan iyi eylemleri, güzel yönleri göz ardı edilmiştir, aynı utanç endüstrisinde yapıldığı gibi çarpıtılmıştır.
“Fakat utanç pedagojik açıdan faydalı da olabilir, eğitim için kullanılabilir,” dediğinizi duyar gibiyim. Ama hangi utanç ve ne türde bir utanç? Kendimi yanlış ifade etmek istemem; utanç, radyoaktif bir sosyal elementtir, neyin yanına koyarsak onu bozar demiyorum. Benim ifade etmek istediğim utancın kronikleşmesinin, rasyonel ahlaktan ziyade içselleştirilmemiş ve sadece yüzeysel kalan bir kural paketine körü körüne bir bağımlılıkla kendisini göstermeye zemin hazırladığı. Bazı kötülükleri engellemek için, insani eğilimlerimize karşı koymamız gerektiği ifade etmek istiyorum. Çünkü bizim utanma belirtisi olarak yorumladığımız işaretler, her zaman bir erdem sinyali olmayabilir. Biz utancı yaygın bir şekilde, bireyin toplumsal normları ihlal etmesi durumunda hissettiği, hayli kişisel bir duygu olarak tanımlıyoruz, kamusal ahlak daha geniş bir toplumsal düzenin ve değerler sisteminin ifadesidir. Utancı kamusal ahlakın bir silahı olarak kullanmamızın ne tehlikeli olabileceğini gözden kaçırmamalıyız. Kamusal ahlak ile iç sesimizi dizayn eden vicdan ve utancın bir dengeyle, kendi iç işleyişinde erdemli bir şekilde ruhumuzu dokuması gerekir. Utanma sağlıklı bir şekilde eğitime dahil edilmeli ve acizlik, tiksinme gibi olumsuz duyguların toplumsal zararları azaltılırken, azınlıklar ile kurulan ilişkiye dair de yapıcı bir etkileşim ve iletişimin kurulmasını sağlanmalıdır. Utanma sağlıklı bir şekilde yaşanmalıdır. Bireyler olarak bizlerin sağlıklı utanması, toplumsal sorumluluğumuzdur. Peki ama sağlıklı utanma nasıl olmalıdır?
Sağlıklı ve erdemli bir utanma için ilk adım farkındalıktır. Bu farkındalıkla utanma, korkuyla pekiştirilen bir programlamadan ziyade bireysel tercihlerle kurulan içsel bir etkinlik olmalı, kendimizi geliştirmeye odaklanmalı, yapıcı eleştiriye açık olmalı, toplumsal değerleri dikkate almalı ve elbette bizim kendi öz saygımızı korumaya dönük olmalıdır. Bu türde bir utanma bizi daha iyi ve erdemli bir insan olma yolunda teşvik eder ve öz-değerlendirme, öz-öğretim ve öz-yönetim aracına dönüşür. Ancak bu türde bir utanma gerçeklerle yüzleşmenin ve bir hakikati benimsemenin uzun yolculuğunda bize yardımcı olabilir ve ancak bu şekilde dar görüşlü, esnek olmayan nesiller yerine her insanı olduğu gibi kabule açık, hoşgörülü insanlar yetiştirebiliriz. Duygusal sermayemiz, bizim en değerli hazinemizdir. Aidiyet duygusu önemlidir ancak bunu hissetmenin tek yolu “öteki”yi kurmak için amansız bir savaş başlatmak değildir. Bir diğerini aşağılamak ve toplumsal bir baskının gözyaşı ve kan bulaşmış çarklarını yağlamak ve öğütmesi için içine daha fazla insan atmak değildir. Bu bizi daha iyi bir insan yapmaz.
Hadi daha doğrudan ifade edelim utanç politik bir duygudur, toplumsal normlarla doğrudan ilişkilidir ve kamusal bir değeri vardır. Martha Nussbaum’ın belirttiği üzere, biz bugün küresel ölçekte göç ve etnik-dinsel çoğulculuğun varlığıyla sağlıklı ve iyi iletişim hepimizin acil ihtiyaç duyduğu bir dönemdeyiz.[5] Biz bugün daha adil bir toplumu kurmak ve toplumsal huzuru sağlamak için merhamet, saygı ve yardımseverlik duygularının yaygınlaşmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz.
Utanç, Kant’ın da belirttiği üzere kamusal ahlakın bir yansıması değil, bireyin ahlaki sorumluluklarını yerine getirme çabasının bir parçası olmalıdır. Hiçbirimiz utanç yoksunluğunun olduğu bir toplumda yaşamak istemeyiz çünkü gevşek dokunmuş sosyal normlar en nihayetinde çözülecektir. Aristoteles’in de dikkat çektiği üzere erdem ortada, dengededir. Utanç bir geri bildirim mekanizmasıdır ve hayli kişisel muhakemelerimiz için gereklidir ancak omuzlarına yığılan utanç yükü altında seslerini duyamadığımız bireylerin özgürleştirilmesi adaletli bir toplum ideali taşıyan hepimizin ortak sorumluluğudur.
Kaynakça
[1] Dan Kindlon – Michael Thompson, Raising Cain: Protecting the Emotional Life of Boys (New York: Ballantine, 1999).
[2] Nussbaum, Not for Profit : Why Democracy Needs the Humanities.
[3] https://www.fortunebusinessinsights.com/makeup-market-102587
[4] https://www.maximizemarketresearch.com/market-report/global-makeup-market/110212/
[5] Martha Craven Nussbaum, Not for Profit : Why Democracy Needs the Humanities (Oxfordshire: Princeton University Press, 2016), xiii.