Antropolog Sibel Özbudun “İtiraf etmem gerekir ki sizlere imreniyorum,” diyor. “Ne işle uğraştığınız ya da ne eğitimi gördüğünüz sorulduğunda “Kadın doğumcuyum,” diyorsunuz ve soru dolu bakışlarla, bıyık-altı gülücüklerle, hayret ifadeleriyle karşılaşmıyorsunuz. Hemen herkesin sizin ne yaptığınıza dair bir fikri var.”1
Benzer bir imrenmenin bende de mevcut olduğunu itiraf etmeliyim. Çoğu zaman eğitimim hakkında soru sorulmaması için dua eder halde buluyorum kendimi. Sosyoloji ve psikoloji gibi alanlardan arkadaşlarımızın bölümlerinde antropoloji dersleri olduğunu ve antropolojiye genel hatlarıyla hâkim olduklarını gözlemledim; işte o zaman tedirginliğin yerini büyük bir iç rahatlaması ve akabinde alanlarımızın kesişim noktaları hakkında konuştuğumuz, bilgi alışverişi yaptığımız zengin sohbetler alıyor. Bir kişinin “Antropoloji nedir?” diye sorması da benim açımdan eşit şekilde mutluluk verici; o zaman disiplinimizin tarihini kısa bir şekilde özetleyerek bugünlerde nelerle uğraştığımızdan bahsedebiliyorum. Ancak sınıflandırma, Lévi-Strauss’un Yaban Düşünce’de gösterdiği gibi, insan zihninin temel yönelimlerinden biridir. Ve insan yeni karşılaştığı her enformasyonu hızlıca zihnindeki mevcut kategorilerden birine yerleştirmek konusunda büyük bir istikrar gösterir -buna bilmiyor olduğunu gizleme çabasını da ekleyebiliriz. Böylece antropoloji, Özbudun’un da yazısının devamında yakındığı üzere pek çokları tarafından ”Ha anladım, ırk bilimi” tepkisine mazhar olur sıklıkla. Veya antropolog uzak diyarlardaki küçük kabilelere seyahat eden egzotik bir kişilik olmakla ünlenir. Bunların hiçbiri yanlış değil, yalnızca tehlikeli ölçüde eski.
Genel kabul görmüş yaklaşımına göre biyolojik, sosyal ve kültürel, dilbilimsel ve arkeolojik olmak üzere dört antropoloji çeşidi bulunmaktadır; ben antropoloji derken toplumsal örgütlenmeyi inceleyen sosyal antropoloji ile edebiyat ve sanat gibi maddi kültür ürünlerini inceleyen kültürel antropolojiyi kast ediyorum. Bununla birlikte, bu iki alanın bugün birleştiği ve genel olarak aynı uğraşlara alan tanıdıkları söylenebilir. Bu anlamda antropolojinin neliğinin yanında; ne için ve kimin için olduğu sorusunu da cevaplamak gerekiyor. Disiplinin tarihine hızlı bir dalış tüm bu soruların yanıtını verecektir.

Sömürgecilik Uğruna Antropoloji
“Antropoloji nedir?” sorusunu cevaplamak kolay bir iş değil. Ön yargıların hakkını teslim etmek gerekirse, esasında gerçekten de bilimsel ırkçılıkla kol kola yürüyen bir başlangıcı vardır.
“Evrimcilik” olarak andığımız -ve pek hoş bir maziye işaret etmeyen- ekol; 19. Yüzyıl’da, Avrupa Aydınlanma paradigmasının rasyonalite, ilerleme ve bilim ilkeleri doğrultusunda şekillenmiştir.2 Evrimci antropologlar insanlığın her yerde aynı aşamaları izlediğini dile getirmekteydi: Kabileden devlete, büyüden bilime, avcılıktan endüstriye, ilkelden uygara bir ilerleme. Örneğin Henry Morgan’a göre insanlık tarihi üç ana gelişim aşamasına sahipti: Vahşilik, barbarlık, medeniyet.3 Bu antropologların, günümüz antropolojisinin vazgeçilmezleri arasında olan etnografik araştırmaya taban tabana zıt bir şekilde; masalarının başında oturup önlerindeki veriler yığınından varsayımlar çıkarsadıklarının altını çizmek gerekir. Veriler seyahat yazılarından, koloni görevlilerinin resmi raporlarından vb. gelir. Farklı toplumların büyü, din ve bilim başta olmak üzere çeşitli kavramlara karşılık gelen pratikleri birbiriyle karşılaştırılır ve toplumlar, ilkelden uygara şemasında kendilerine bir yer bulurlar. Bu çeşit koltuk antropologu, Edward Said’in Şarkiyatçılar hakkında yaptığı benzetmeye tamı tamına uyar4, büyük bir evrak dolabında çeşit çeşit dosyanın tasnifini yapan bir memur.
Tıpkı Şarkiyatçılık gibi, antropolojik külliyat da varlığını olgulardan ziyade Batı düşünürlerinin hayal gücüne borçluydu. Örneğin Morgan ve bir diğer evrimci antropolog olan John Lubbock’un ilkellik aşamasına yerleştirdiği bütünüyle kuralsız toplumlara karşılık; hiçbir toplumda grup evliliği ya da ensest ilişki hoş karşılanmaz. Yine iki araştırma alanı da ilerlemenin hedefine Batı Uygarlığı’nı yerleştiriyor ve Batı’dan şu ya da bu ölçüde farklı olan toplumları insanlığın tarihsel olarak daha eski dönemlerinde kalmış ve bu bakımdan Batı’nın yönetimine muhtaç halklar olarak gösteriyordu. Bu muhtaçlık durumu, kafatası şekli ve ten rengi gibi fiziksel özelliklerle gerekçelendirilerek bilimsel -bugün için, sözde-bilimsel- bir havaya büründürülürken Batı’nın yeterince insan bulmadıkları üzerindeki yıkıcı etkisi bütünüyle görmezden geliniyordu. Kısacası Şarkiyatçılık ve antropoloji; kolonyalizm ve sömürgecilik hareketlerini meşrulaştırmanın diyalog halindeki iki yönünü oluşturur.
Antropoloji Uğruna Sömürgecilik
Amerika’da kültürel antropolojinin babası olarak bilinen Franz Boas “Geçen yüzyılın ikinci yarısı boyunca evrimci düşünüş rakipsiz hüküm sürmüş ve birkaç isim belirtmek gerekirse Spencer, Morgan, Tylor ve Lubbock gibi araştırmacılar bütün insanlığın paylaştığı genel ve tek hatlı bir kültürel evrim modelinin etkisi altında kalmışlardı.”5 diyerek buraya dek konuştuğumuz dönemin eleştirilere tabi tutulacağı yeni bir paradigmanın açılışını yapar: Tarihsel tikelcilik. Bu kavram genetiğin kültürde belirleyici sayılamayacağını çünkü her medeniyetin dışsal ve içsel etkilere maruz kalarak şekillendiğini, bir kültürü anlamak için onun kendi özgün tarihine bakmak gerektiğini imliyordu. Boas medeniyet (civilization) sözcüğünü Batı’yla özdeş olacak şekilde kullanmıyordu; ona göre “farklı medeniyet tipleri” vardı ve bu medeniyet tiplerine kendi modern ideallerimizi dayatmamalıydık.6 Ve dahası, ilkelleri “faaliyetleri çeşitlenmemiş, yaşam biçimleri basit ve tekdüze, kültürlerinin içeriği ve şekli zayıf ve zihnen tutarsız” olarak tanımladıktan sonra; dünyada böyle bir kabile olmadığını da ekler.7 Çünkü Batı insanına dışarıdan basit gelen bir toplum bile gerek gramer gerekse din ve akrabalık gibi kurumlar bakımından son derece karmaşık olabilir. Fransız Aydınlanmacılığına eleştirel yaklaşan Alman Romantizminin “uygarlığa karşı kültür” nosyonunun etkisinde kalmış Boas’ın “İlkel İnsanın Zihni”, “Antropoloji ve Modern Yaşam” gibi eserleri; evrimci antropolojiyi ve bilimsel ırkçılığı çürüten, ötekine bakışta içgörü sahibi satırlarla doludur.

Avrupa kanadında Viktoryen evrimciliğin, sosyal antropoloji ile geride bırakıldığı ve sosyal antropolojinin Bronislaw Malinowski tarafından kurulduğu söylenebilir rahatlıkla. Malinowski’nin antropolojiye tanıttığı etnografik araştırma metodu; araştırmacının, araştırmanın konusu olan topluluk içerisinde uzun süreler geçirerek katılımcı gözlem yapmasıdır. Araştırmacı burada etik değil emik bir yaklaşım sergiler; yani o topluluğu dışarıdan bakan bir gözlemcinin tersine, içeride yaşayan biriymiş gibi kavramayı amaçlar. Dolayısıyla Ernest Geller “Malinowski, gerçekten yeni bir dal ve meslek yarattı, ona hükmetti,”8 derken isabetli bir noktaya parmak basıyordu. Etnografik araştırma metodunun, Malinowski gibi “ortak insan doğamızın sıradışı yanları”9 olarak adlandırabileceğimiz çok değerli keşifleri olmuştur. Örneğin Malinowski; “Büyü, Din ve Bilim” adlı eserinde bu üç kavramın birbiri ardına gelmediğinin, tüm toplumlarda mevcut olduğunun altını çizerken “Vahşilerin Cinsel Yaşamı”nda ataerkil, babayerli ve anasoylu Trobriandlıların kompleks akrabalık organizasyonlarının canlı bir resmini sunar. Evans-Pritchard’ın toplumsal organizasyonlarının kalbinde büyü ve cadılık kavramları olan Azandeler üzerine etnografik saha çalışması; Azandelerin de tıpkı bizim gibi ampirik ve akılcı olduğunu ortaya koyar.10
Evrimciliğin geride bırakılmasıyla, Batı-merkezli hümanizmden çokkültürcü bir insanlık fikrine hareketi gözlemlemek mümkün olsa da; bu, antropolojinin sömürgecilik ile güçlü bağlarını kopardığı anlamına gelmiyordu. 20. Yüzyıl antropologları, “çalışmalarını sürdürme izni, bazen de maddi destek yüzünden, sömürgeci otoritelere bağımlıydı.”11 Sömürgeci otoritelerin finansörlüğünün arkasında antropologu bir çeşit çevirmen olarak kullanmak yatıyordu. Antropologun kendilerine getirdiği bilgi sayesinde; sömürgeleştirdikleri halkları boyunduruk altına almanın ideal yöntemlerini tespit edebileceklerdi. Böylece 20. Yüzyıl antropolojisi; sömürgeciler ve antropologlar arasında bir karşılıklı çıkar ilişkisidir. Bu; Boas’ın kültürü anlamada içsel olduğu kadar dışsal etkilere de biçtiği öneme rağmen, dönemin etnografilerinde sömürgeci yönetimlerin etkisine dair suskunluğu açıklığa kavuşturur.
Onlar şüphesiz sömürgeciliğe karşı antropoloji yapanlar değildi; antropoloji uğruna sömürgeciliğin yanında konumlananlardı. Yine de, antropologların bu çıkar ilişkisindeki gönülsüz taraf olduğunun altını çizmek gerekir. Evans-Pritchard, Malinowski ve diğerleri; çoğu zaman yerlilerin insaniyetini vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmayarak, kimi zaman sömürgeciliği değilse de sömürgeci yönetimin işleyişini eleştirerek yerlileri koruyan bir pozisyon aldı. Dolayısıyla Wendy James’in belirttiği gibi “bir avuçtan daha fazla bireysel antropolog liberal, hatta radikal siyasi bakış açısına sahipti”12 ve bugünün sömürgecilik karşıtı antropolojisi onlara, evrimcilere yaptığının aksine sırt çevirmedi.
Sömürgeciliğe Karşı Antropoloji
Antropolojinin Batı etkisinde kalmamış, durağan toplumları araştıran disiplin imajından ötürü sömürgecilik sonrası dönemde antropoloji yok olma tehdidiyle karşı karşıya geldi. Sosyal antropologların incelediği halkların Batı teknolojilerine ve ideolojilerine adapte olması sebebiyle artık antropologlara ihtiyaç olmadığı düşünülüyordu. Ancak tam tersine, antropolojiye tam olarak bu noktada ihtiyaç hâsıl oldu. Antropolog “bilinmeyen kabileleri belgeleyen yalnız bir etnograf” 13 olmaktan çıkarak ufkunu genişletti. Kesişim alanlarına baktı: Biz ve ötekinin her türlü karşılaşmasına ve ilk kez, ötekinin bu karşılaşmalardan nasıl etkilendiğine. Böylece zamanın bir noktasında donakalmış öteki algısı postkolonyalist günah çıkartmalar eşliğinde şiddetli bir şekilde yıkıldı. Kendi çeperine doğru baktı: Köylerine, mahallelerine, şehirlerine, gece kulüplerine. Böylece orada, o güne dek uzaklarda aradığı malzemeye, yerel kültür farklılıklarına tanık oldu.
Antropoloji, bugün sömürgecilik mirasıyla yüzleşmekte ve onun tam karşıt kutbunda yer almaktadır. Yalnız Batılı antropologlar değil; Hindistan gibi eski sömürgelerden ve Türkiye gibi, Oryantalizm’in hedefi olmuş ülkelerden antropologlar da ötekini gözlemleyen, çoğu zaman gözlemlemeye bile gerek duymadan bir sözlük maddesine dönüştürmekte beis görmeyen batılı beyaz erkeğin eleştirisini yapmaktadır. Bu eleştiri esasında bir zamanlar antropoloji tarafından es geçilmiş her türlü konuyu kapsar: Sınıf, etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, ekoloji, göç… Günümüz antropolojisi insanı içeren güncel sorunların tümüyle ilgilenir.
Öyleyse bir zamanlar can çekişen antropolojinin ritüelistik bir arınmanın ardından yeniden doğduğu söylenebilir mi? Bir antropologun bakış açısından durum pekâlâ böyle hikâyeleştirilebilir. Yeri gelmişken, gelinen noktada antropolojiyi sosyolojiden ayıran pek az şey kalmışsa da; sanırım ritüel kavramına verdiği önem, antropologu hemen ele verir. Ritüel, kulağa büyü ve dinin hâkim olduğu toplumlardaki ayinleri çağrıştırıyorsa da sanayileşmiş toplumlarda ritüelin yeri yadsınmamalıdır gerek dini, gerek dindışı kavrayışıyla.
Antropolojinin bir diğer alamet-i farikası da kültürlerarası karşılaştırmalara verdiği önemdir. Ritüel gibi büyü, din ve akrabalık da bu bağlamda sahiplendiği diğer kavramlardır. Ancak artık birkaç asırlık diyebileceğimiz bilgi birikiminin ardından; tüm bu konseptlerin her çeşit toplumdaki görüngüleri, salt bizim kavrayışımızdan kaynaklı bir çeşit ilüzyon kabul edilebilir. Bununla bizim sınıflandırmalarımızın başka toplumların zihninde her zaman –hatta çoğu zaman- mevcut olmadığını dile getirmeye çalışıyorum. Sınıflandırma eğilimi evrenseldir; sınıflandırmanın nasıl gerçekleştiği değildir. Örneğin beyaz derinin siyah olandan üstün oluşu bir kültürün sınıflandırma meselesiydi; bu, diğer kültür için geçerli değildi. İş sarışın Laponlara gelindiğinde bu kez bodurluk ve kafatası ölçüsü gibi gerekçeler öne sürüldü. Kendini hiç şüphesiz değerli gören halklar, diğer kültürün kavramlarıyla tanışana dek zihinsel açıdan değersiz olarak etiketlendiklerinin farkında değillerdi. Ama en nihayetinde misyonerler, antropologlar ve diğerleri; onlara bazı tatsız gerçekleri açıklamak zorunda kaldılar. Bu gerçek; yalnızca anlamın barındığı kültür açısından gerçekti. Bu kültürün heyula gibi dört yanını sardığı diğer kültürler açısından değil. Onların farklı gerçekleri vardı. Batılı antropologun bunu anlaması, Wittgenstein’in “Tek bir insan bile başka biri açısından tam bir muamma olabilir,” dediği sıralarda gerçekleşti14; bu, kendi toplumumuzun etnografilerine ihtiyaç duyuşumuzun da gerekçesidir. Fakat Charles Dickens çoktan “Her insanın bir başkası için sonsuz bir muamma oluşu, üzerinde düşünülmesi gereken muazzam bir hakikattir,” demişti.15 Aradan geçen bir asırda değişen, insanın kapsamıydı.
Çeviri Olarak Antropoloji
Antropolojinin asla kaybetmeyeceği bir özellik varsa o da her etnografinin bir çeviri, her antropoloğun bir çevirmen olmasıdır. Bir zamanlar antropoloji; bizim kavramlarımızla ötekine bakarak onu anlamaya çabalardı –onu ehlileştirmek, medenileştirmek, yönetmek için. Ve bizim kavramlarımızı ötekilere anlatmaya: Tam olarak bu sayede onlara, neden değersiz olduklarını açıklayabilmişti. Amaç ne olursa olsun kültürlerarası çeviri her daim olmuştur, evrensel insanlık nosyonumuz buna izin verir. Öyleyse artık onu Aydınlanma’nın büyük harfli İnsan’ı için değil, insan için kullanmak gerekir. Bugün başkalarının kavramlarını bizim anlayacağımız dile dönüştürürken, bunu yalnızca ötekini anlamak için yapmayız. Biz ötekine bakarak kendimizi, kendimize bakarak ötekini anlamaya çalışırız. En nihayetinde içimizde ötekileştirmeye yetecek kadar yerel kültür farklılıkları olduğu göz önünde bulundurulursa; ötekileri biz kapsamına almazsak ne denli çorak bir İnsan’a mahkûm olacağımızı anlamalıyız.
Burada salt benzerliklerden kaynaklanmayan bir evrensel insanlık kavrayışı vardır. Bu, ortak doğamızın sıra dışı yanlarından da çok, sıradan farklılıklarımızdan kaynaklanır. Clifford Geertz’in dediği gibi: “Genel açıdan insan olmanın ne anlam taşıdığına ilişkin en bilgilendirici açıklamalardan bazıları insanların kültürel niteliklerinde –farklılıklarında- mevcut olabilir; antropoloji biliminin insan kavramının oluşturulmasına –ya da yeniden oluşturulmasına- temel katkısı da o halde, bizi bu niteliklerin nasıl bulunacağını göstermekte yatabilir.”16 Şu halde günümüz antropolojisi, insanın tanımını genişletme girişimidir. Ve bugün her girişim insana dair bu anlayışı pratiğe, insanlık için daha yararlı olan uğruna, çevirme hareketidir. Neticede, alıntıyı kimden yaptığımı söylemeye bile gerek duymadan: Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.
KAYNAKÇA
- Sibel Özbudun, “Antropoloji Üzerine Sesli Düşünceler,” Sibel Özbudun’un Blogu, 2015, (erişim: 23 Ekim 2024). http://sibelozbudun.blogspot.com
- Lynn Bolles, Ruth Gomberg-Muñoz, Bernard C. Perley, ve Keri Vacanti Brondo, eds., Anthropological Theory for the Twenty-First Century: A Critical Approach (Toronto: University of Toronto Press, 2022), 5.
- Lewis Henry Morgan, Ancient Society (New York: Henry Holt and Company, 1877).
- Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner (İstanbul: Metis Yayınları, Ekim 2013).
- Franz Boas, “Etnoloji Yöntemleri,” çev. Neslihan Kabaklı, İnsanbilim Dergisi 1, no. 2 (Mart 2013): 56-61, 56.
- Franz Boas, “Eugenics,” The Scientific Monthly 3, no. 5 (1916): 476.
- Franz Boas, The Mind of Primitive Man (New York: Macmillan, 1938), 197.
- Adam Kuper, Antropoloji ve Antropologlar: Yirminci Yüzyılda Britanya Ekolü , çev. Erdoğan Boz (Ankara: Koyusiyah Yayıncılık, 2024), 1, alıntı Ernest Gellner, Language and Solitude: Wittgenstein, Malinowski and the Hapsburg Dilemma (Cambridge: Cambridge University Press, 1998).
- Bronislaw Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, çev. Saadet Özkal (İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, Haziran 2020), 7.
- E. Evans-Pritchard, Witchcraft, Oracles and Magic among the Azande (Oxford: Clarendon Press, 1937)
- Wendy James, “Gönülsüz Emperyalist Olarak Antropolog,” Talal Asad, ed., Antropoloji ve Sömürgecilik, çev. Ayşe Karınca (Ankara: Ütopya Yayınevi, 2008), 43
- g.e. s. 41
- Wendy James, Törensel Hayvan: Yeni Bir Antropoloji Portresi, çev. Sevda Çalışkan (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013), 11.
- Ludwig Wittgenstein, Philosophical Investigations, trans. G.E.M. Anscombe (New York: Macmillan, 1953), 223.
- Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi, çev. Didar Zeynep Batumlu (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020), 15.
- Clifford Geertz, Kültürlerin Yorumlanması, çev. Hakan Gür (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları), 62.