“Ya sonra?” diye soruyordu Drogo.
“Sonra mı? Sonrası bu kadar.” diyordu Ortiz, boyun eğen bir gülümsemeyle.” (s.186)
İtalyan yazar Dino Buzzati’nin (1906-1972) Il Deserto dei Tartari yani Tatar Çölü romanı 1940 yılında yayınlanmış. Bu romanı sayesinde adı Kafka, Sartre, Camus gibi yazarlarla anılan Buzzati, hukuk eğitimi almasının ardından yaşamını gazetecilik yaparak sürdürmüş.
Giovanni Drogo adındaki genç teğmenin Tatar Çölü sınırındaki Bastiani Kalesi’ne tayin edilmesiyle başlar roman. Beklentilerini ve hayallerini karşılamayan bu kaleden bir an önce ayrılmak istemesine rağmen teğmenin her geçen gün kaledeki kurulu düzeninin bir parçası olmasıyla devam eder. “Önünde öyle çok zaman vardı ki. Yaşamdaki tüm güzel şeyler onu bekliyor gibiydi. Aceleye ne gerek vardı?” (s.75) Oysaki gündeliğin ürettiği alışkanlıklar, zamanı baş döndürücü bir hızla yutup gitmektedir. Pelerin diktirmek için gittiği terzi Prosdocimo, geçici olarak orada olduğunu söylemesine rağmen tam 15 yıldır gitmeyi beklemektedir ve onun gibi diğer askerler de aynı hastalıklı bekleyişin burgacındadır aslında. Bu uyarılarla çok erken karşılaşmasına rağmen gençliğin verdiği özgüven ve kudretle hepsine gülüp geçer Drogo. “Kalmaya en ufak bir niyetim yok.”
Çağımız, bulundukları yerlerde kalmaya en ufak bir niyetleri olmayan Drogolarla dolu değil mi? Çevremizde kaç kişi yaşamı bulunduğu konumda ve yerde tamamlayacağını kabul ediyor ki? Herkesin biraz daha zamana, paraya ihtiyacı var yalnızca. Çalıştıkları kurumlarda statüsünün artmasını bekleyenler, para biriktirenler, emeklilik için gün sayanlar, ailesini ikna etmeye çalışanlar, ev taksitinin bitmesi için takvim eskitenler, yola çıkmak için yalnızca arabasının eksik olduğuna kendini inandırmışlar, imkânsız tayini bekleyenler… Kısacası her yıl bir şeylerin olmasını bekleyenler, yani bizler, o kadar çoğuz/ çoğunluğuz ki “zaman”, hepimizi “profesyonel bekleyiciler”e dönüştürüveriyor biz farkına bile varamadan. İşte tam burada aklıma şu soru düştü: Bir insan, özgür olduğunu kendisine nasıl kanıtlayabilir?
Roman ilerledikçe Drogo’nun olup bitenler karşısında kendini sorgulayacağı yerde, kaleye adeta hapsolmuş askerlerin yaptığı gibi “kazanılmayı bekleyen zafer”e aracılık edecek bir hayali düşman ordusuna, yani Tatarların gelip kaleye saldıracağı fikrine inandığını görürüz. Kaledeki gözcülerin zaman zaman uzakta gördüklerini iddia ettikleri hareket eden karaltıların, olası düşmanların kaledeki askerler için hayati bir önemi vardır. Gün gelecek, kaleyi ele geçirmek isteyenlerle savaşılacak ve yıllarını bu kıpırtısız çölün yanı başındaki kalede geçiren askerler, şerefli bir zafer kazanmış olarak evlerine dönecektir. Oysa hangi zafer, boşuna beklemekle geçmiş bir ömrün diyeti olabilir ki?
Aradan on, on beş yıl geçmesine rağmen Drogo, hâlâ yaşamında önemli bir şeylerin olacağını beklemekte ve çevresindeki arkadaşlarına bakıp kendini avutmakla günlerini geçirmektedir. Fakat artık “umut etmek” bile yirmili yaşlarındaki kadar kolay olmayacaktır. Buzzati işte bizi burada varoluşumuzla acımasız bir biçimde yüzleştirirken sorgulanmamış beklentilerimizin aslında nasıl sessiz sedasız yıkımlara dönüşebileceğini de göstermektedir. Öyle ki gün gelir ve Drogo, şehrine döndüğünde orada kendine ait hiçbir şey bulamaz. Yaşamın monoton ritmine esir olduğunu yine kendine itiraf edemese de Bastiani Kalesi’ne dönme kararı güçsüzleştiğinin ilk büyük göstergesi olacaktır.
Aylar, yıllar geçer. Drogo 54 yaşına geldiğinde bu sefer ciddi bir sağlık sorunuyla karşılaşır. Bu sorun da yanında bir “…umudu”nu beraberinde getirir. Burada romanın sonunu anlatmayacağım. “Beklemek cehennemdir.” diyor Shakespeare, günümüz insanının trajedisinin “beklemek” olduğunu 400 yıl önceden tahmin etmişçesine. Dino Buzzati, dünyanın 2. Dünya Savaşı’yla sarsıldığı günlerde yazdığı bu romanda ruhumuzu kelimeleriyle kıskıvrak yakalıyor ve beklemekle geçen hayatları yüzümüze bir ayna gibi tutarak sorgulanmış bir gelecek ümidi için “şimdi”yi ve “hemen”i önemsemeye zorluyor bizi.
“…sonuçta dünyada yapayalnızdı ve onu kendisinden başka sevecek kimse yoktu.”
Ali Esen