Schopenhauer ve İnsan – Kitap İncelemesi

Tarih:

Arthur Schopenhauer’in düşüncelerinin arasında ufak bir yolculuk yaptıktan sonra, “Schopenhauer pesimisttir” hükmünü tam anlamıyla özümseyemedim. Pesimist olduğu su götürmez, fakat benim nezdimde bu hükmün bir eksikliği vardır; Arthur Schopenhauer optimist bir pessimisttir. Peki bu ne demek? Bununla ne demek istiyorum? Gerçekliğin farkında olan, hayatın özünü ve yapısını gördüğü halde o gerçekliği bezelemekten kendini geri tutamayan, gerçekliğin ağır sorumluluğu altında o gerçekliği taşıyabilme ve yaşanılabilir kılma savaşı Arthur Schopenhauer’deki. Dünyanın bağlarından kaçışının olmadığını bildiği halde, kaçmanın yollarını arayan ve ardı arkası kesilmeyecek olan istemelerden kaçısın olmadığını bildiği halde, istemenin zincirlerinden kopmak için testere arayan garip bir adamdır kendisi. Bazıları kendini kandırmaktan ibaret olarak görse de bu felsefeyi, ben temel isteme yani saf istemenin en temel istemesi, ‘’yaşama istenci’’ olarak görüyorum bu duruşu.

Arthur Schopenhauer’in kişi olarak ve ide olarak insanın ikili bir varlık olduğunu savunmuştur. Bu ikilikler nedir peki? Neler olabilir? Arthur Schopenhauer’in düşüncesine göre insan 3 farklı çeşitte ikilikler gösterebilir; birincisi Bilen (akıl) ve isteyen yanıdır. Bu kişi, dünyanın bağları içerisinde yaşayan, yeter sebeplerden kopamayan insandır. Hayatı kendi istemesine göre yorumlayan ve isteyen, hayatı olduğu gibi değil de kendi çıkarı çerçevesinde bakan insandır. Bilen yan, eğilimler için bir araçtır. İsteyen yan, bilen yanı yadsımaz çünkü o kişiyi o yapan temel unsurdur isteme. İkinci tip insan, insanın isteyen bir varlık olmasının ikiliği, bir beden-karakter ilişkisidir. Burada gördüğümüz karakter, eskilerdeki beden-ruh ikiliğine paralleldir; fakat insanın karakteri onu moral yapan bir unsur değil, o kişiyi o kişi yapan temel unsurdur. Schopenhauer’de ide olarak da insan ikili bir varlıktır; kausal bağlarının içinde ve dışında bulunan kişi. Kausal bağlarından kopamayan biri, kişidir. Kendisi ve yalnızca kendi çıkarları için var olan bir insandır; zaman, mekan ve dünyevi bağların içinde bulunan insan özgür değildir. Bu kişi hep isteklerinin kölesidir ve sahip olduğu her şey istediklerine ulaşmak için bir araçtır. Bu kişi dünyanın kendisine hizmet ettiği düşüncesiyle eylemlerde bulunduğu için, istemsizce yaptığı her şey kendi yararına olur diye yapar. Bu egoizmin en temel örneğidir. Benselliğin sınırları içerisinde dolaşan kişi, kişiliğinden sıyrılamaz ve hayatın özünü, olduğu gibi göremez, sadece kendisiyle olan ilgisi bakımından her şey değer kazanır veya kaybeder. İyilik altında yaptığı eylemlerin moral değeri yoktur kişinin. Bir de kausal bağlarından kurtulabilen nadir insanlar vardır. “Kişilik” veya “kişi” Schopenhauer içim olumlu şeyler çağırıştıran bir şey değildir. Kişi kausal bağlantılarından kurtulamamış ve kendi çıkarı için var olan biridir. Kendisi dışında varolanlar, kendi varoluşuna bir yararı yoksa, varolan yararsızdır. Kausal bağlantıların dışında bulunan biri ise zaman, mekan ve kişiliğinden sıyrılan ve özgürlüğünü yaşayabilen insandır. Bu tip insanlarda bilgi(akıl), istemenin emrinde değildir, aksine insanın bilgisi “istemeyi” kendi kanadın altına alır ve bir kuş gibi insanların üzerinden süzülürken onların gerçek yapılarını görebilendir.

Schopenhauer’e göre, insanın üç ana tipi vardır; kausal bağların dışına çıkamayan ve kausal bağları görebilen ve dışında duran insan vardır. Bu üç insan “akıllı”, “ulu” bir de etik problemine dahil görmediği, kausal bağların içine ve dışına çıkan, ikisi arasında gidip gelen ve bu esnada yaratan YARATICI İNSANDIR.

Kuasal bağlarının sınırları içerisinde yaşayan kişiler, hayata “evet” diyenlerdir. Bu kişileri ilgilendiren iki önemli unsur vardır:dünyada kendilerini var etmek ve kendilerinin bir uzantısını dünyaya getirmek yani temel istemelerden biri olan: türünü devam ettirme istenci. Kişilerin evet deme oranı,kişiden kişiye değişen ve bu oran, kausal bağlarının ne kadar derininde olduğunun bir göstergesidir kişinin. Bu türün içerisine giren, üç ana insan tiplerinden biri olan “akıllı insan” dır. İstemek her zaman bilinçsiz olan bir eğilim olmak durumunda değildir. Akıllı insan istemenin bilincinde olup, buna karşın yine de ‘’evet’’ diyen kişidir, o bağları koparamayan kişidir. İstemenin farkındalığı kişiye hayatını yönlendirme olasılığı verir ve kausal bağlarının içinde hedefsiz olan hayatı akıllı bir insan olarak yaşayabilir. İnsanın ikili yapısından bahsederken kausal bağlarının içinde yaşayan insanların bilgi ve isteme ikililiğinden bahsettik. Akıllı insanın bilgisi ve ikililiği uyum içerisindedir. Fakat bu uyumluluğa rağmen bu tarz kişilerin karakterlerine paralel olarak tutkuları ve istemeleri çok yoğun olabilir. Schopenhauer’e göre Goethe’nin Prometheus’u bu gruba dahildir. Peki kausalite bağlarının içinde yaşayan kişi ile akıllı insan arasındaki fark nedir öyleyse? Kişi çevresindeki bu bağlarının farkında değildir, tabiatın fabrikasyonudur. Kendilerini görmekten aciz ve amaçsızca bu döngünün içinde yaşayıp giderler. Akıllı insan ise yaşadığı dünyanın istemelerden ibaret olduğunun bilincinde fakat bile bile yine de “evet” demeye devam eden kişidir. Peki akıllı insan bu bilince ulaşmasına rağmen neden hala evet demeye devam eder?

“İnsan yapıp ettiklerinde geçmişi ve geleceği de göz önünde bulundurur; bu yüzden bir an için bir şeyden yoksun kalma oldukça kolaydır, ama bir şeyden tamamen vazgeçme korkunç derecede güçtür: çünkü ilki, ancak geçip giden şimdiyle ilgilidir, öbürüyse gelecekle ilgilidir, bundan dolayı da içinde, onlara eşit olduğu sayısız yoksun kalmalar taşır.’’1

Özetlemek gerekirse kausal bağların içinde yaşamaya devam eden kişi her türlü evet diyen insandır, akıllı insan ile fabrikasyon insan arasındaki farkı oluşturan öğe, kişinin bunun bilincide olup olmamasıdır.

“Dünyaya gözümüzü açıyoruz ve o anda tüm yaşamımızı bağlayacak bir sözleşme imzalamış gibi oluyoruz, ne var ki günün birinde bir an gelir ‘Bu imzayı benim adıma kim attı’ diye sorabiliriz” der Saramago Körlük eserinde. Bu ansızın gelen gün ile beraber kişi şuana kadar içinde bulunduğu bu bağları sorgular ve evet demeye bıraktığı anda, Schopenhauer’in ikinci insan tipi “ulu insan” ortaya çıkar. Hayatın ve insanın özünü görenlerdir hayır diyen, kendine karşı direnç oluşturan ve istemelerine toptan dışlayan, istemelerin hedefsizliğini ve istemenin kanında benselliğin aktığını,nefes almaya devam etmek için de hayata evet demenin zorunlu ikilemin farkına varmış olan, daha fazla buna katlanmak istemediği için fişlerini çeken, benselliğini ışığını söndüren insandır ulu insan.

“Hayır diyen biridir başkaldıran insan. Ne kadar bulanık olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırma eyleminden.“2

Schopenhauer, bu tarz insanları dünyanın gözü olarak nitelendirir. Ulu insan, dünyayı kendisiyle olan bağın haricinde, dünyayı göründüğü gibi algılayandır. Kişilerdeki ve şeylerdeki tekliği görmez, var olanı bütünselliği içinde bakar, ide olarak insan türünü temsil eder. Bu insanların yapıp ettikleri, kişinin aksine moral değerler taşır. İnsan olmanın en önemli öğesi vicdandır; ulu insan ise her şeyi bütünselliği içinde gözlemlediği için kendisinin bir tek değil, bir bütün olduğunun farkındadır. Başka bir can ile kendi can’ı arasında bir uçurumun olmadığının bilincindedir, bunu en derininde hisseder ve yaptığı eylemler saf istemenin sonucudur. Bu tarz insanların sevgisinden iyilik doğar. Herhangi bir çıkar, kural, yazıya dökülmemiş nezaket kurallarından ötürü bu iyiliği yapmaz, aksine kendi kişiliğinden sıyrılmış, bedeninin üzerinde herhangi bir önyargı, hırs, egoizm yoktur, ulu insan çırılçıplaktır. Evet demenin tekelinden kurtulmanın yolu, insanın hiçbir can ile farklılığın olmadığını bilmektir; yapıca farklılıklarımız olabilir ama özümüzün hepsi bir olduğunun bilincine ulaşmıştır ulu insan.

Zamanında, Arthur Schopenhauer’den etkilenen Thomas Bernhard hem sanattan hem sanatçıdan nefret ettiği halde ikisinden de uzak kalamamıştır.

’Ben yaşamla başa çıkabilmek için sanatın içine girdim… Sanata sığınarak kaçtım’’ – Thomas Bernhard3

Uzak kalamamasına sebep olan sanat ve yaratıcısı kimdir peki Arthur Schopenhauer’in dünyasında? Arthur Schopenhauer’in üç ana tipinin üçüncüsü yaratıcı insandır. Yaratıcı insan, diğer iki insandan farkı hem kausal bağlarının içinde hem dışında bulunabilmesidir. Yaratıcı insan dünyanın notaları arasında es veren ve bu saniyeler içerisinde müzik yaratabilen insandır. Kausal bağlarının dışına adım attığı an dünyanın hammaddesini gören ve onu yeniden üretip türünün temsilcisi olarak insanın karşısına koyan, toplumun aynasıdır özünde. Yaratıcı insan ideyi alıp onu tekrar ve tekrar türünün temsilcisi olarak canlandırabildiği için Platon’un idealar kuramına tamamen zıt olarak, Arthur Schopenhauer’in gönlünde ayrı bir yeri ve değeri olan insan tipidir. “Önemli olan, söylenmiş olanı yeniden kurgulayıp kendi söylememize dönüştürmektir.” demiştir Emin Özdemir. O İyi Kitaplar Olmasaydı kitabında. Yaratıcı insanlar insanın kendisi tanımasını sağlayan, bu gelip geçici dünyayı bir ana hapsedebilen, onu yaşanabilir kılabilen, çağın tutsağı değil, aksine çağını edebileştiren ve dün ile bugün ve geleceğe köprü kuran öncü pozisyonda insandır. Yaratıcı insan aslında kişinin içindeki ikilik çatışmasını en güzel temsil eden örnektir, ne tamamen hayatın istemelerin içinde kalabiliyor, ne de tamamen kausal bağlantıların dışında kalabiliyor, ki yaratıcı insan bu belirsizliğin arasında gidip geldiği için yaratıcı insandır. Belirsizliğin temelinde yatan kararsızlık, acı çeken bir insanı temsil eder nezdimde ve yine benim nezdimde, yaratan insan acı çekmeden sanat oluşturamaz. Görerek edindiğimiz ve insan olmanın bir parçası olarak kavramsallaştırdığımız bilgiler, akıl işidir; fakat sanat akıl dışıdır ve duygu, düş, hayal içerir.4

’Acının olduğu her yerde korku vardır, cesaret vardır, direnme ve dayanma gücü vardır’’5

Bu güçlerden noksan olan kişi yaratan olamaz; yaratıcı ise kausal bağlar içerisinde yaşamadan, bu bağların farkında olmadan, bile bile evet deyip acı çekmeden bu bağlara sonrasında hayır diyip, yaşadıklarını kendinden ayırıp ideleştirip tekrar insan hizmetine sunamaz. Yaratan yaşamalıdır ki anlatabilsin, yaşamalıdır ki hissedebilsin, yaşamalıdır ki görebilsin. Yaratıcı insan bir nevi kurban gibidir, farklı olduğu için gariplenir, es geçilir, yabancılaştırılır. O, bir kendisi için değil de hepimiz için yaşar; bizim elimiz, ayağımız ve yüreğimizdir. Yaratıcı insan yüreğinde hepimizden birer parça taşıdığını bildiği için, yalnız kalmaktan, dışlanmaktan ve yok sayılmaktan gücenmez. Bu yüzden Thomas Bernhard sanat ve sanatçıyı tahammül edemediği halde, yine başı sıkışınca kafasını sanattan yana çevirir, çünkü o biliyor ki, yaratan insan yarattığı eser ile insanın uzantısını ortaya koymaktadır; her yaratı insanı insana taşıyan bir güçtür. Kimin sözü anımsayamıyorun şuan fakat “Sanatçı toplumun önduyarlılığıdır’’ sözü buraya pek yakışır nitelikte. Acının yaşamla diyalektik bağları vardır, sıkı sıkıca bağlıdır birbirine; yaşamın içindedir acı.

Yaratıcı insanda bir diğer ön plana çıkan özellik ise Genie kavramıdır. “Genie aslında sırf istemeye hizmet etmek için kullanılan bilme yetisinin, istemeye hizmet etmek için gerektiği kadarından çok daha fazla gelişmesinden ortaya çıkar.” der Arthur Schopenhauer. Bu “Genie” kavramın Almanya’da büyük yankılar uyandırmış olan Strum und Drang hareketinin çıkış noktasıydı. Strum und Drang’ın Türkçe eşdeğerliliği fırtına ve tutkudur. Başlıca temsilcileri Goethe ile Schiller olmakla beraber, hareketin hedefi Aydınlanma döneminden süregelen sanattaki rasyonalizm etkisini kaldırmaktı. Fırtına ve tutku dönemi çok uzun sürmese bile, romantizmin sanatsal ve sosyal akımın evrimleşmesine ön ayak olmuştur. Genie fırtına ve tutku dönemi için anahtar kelimedir ve yaratıcı insan ile sıkı sıkıya bağlıdır. Genie hiçbir politik, moral veya estetik normlarla kendisini sınırlandırmaz; kausal bağlar dışında olan insan, hiçbir şekilde dünyevi kavramlar sınırları içerisinde üretilmiş, kişinin oluştural sosyal yapılarını içine çekmez, soluğunu tüketmez. İnsanın doğasına geri dönme motifini yaratıcı insan ile bağlantısını çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Kendi kişiliğinden sıyrılmış olan kişi, kendi doğasına dönmüş halidir insanın; kendi doğasına geri dönüş olarak niteleyebiliriz bu değişimi. Jean-Jacques Rousseau doğa durumundaki insanın özgür bir insan olduğunu, insanın doğa durumunda yalnız ve uyum içerisinde yaşadığını savunur. Toplum ve toplumu oluşturan insanlar -bu bağlamda kausal bağlarının içindeki insanlar- bilgisi sayesinde olabileceği ve olması gerektiği gibi değildir, yozlaşmışlardır. Tüm kötülüklerin, örneğin kin, haset, adaletsizliğin, yüzeyselliğin ve insanlar arasındaki eşitsizliğin toplumun kendisidir der J.J.Rousseau. Arthur Schopenhauer’in kausal bağların içinde ve dışında yaşayan insanlar ile ilişkilendirebiliriz bütün bu unsurları. Bu bilginin ışığında, genie olma durumu, dünyanın bağlarını aşma durumudur. Kendi istemesinden vazgeçen, bağımsız bilen bir insandır. İşte yaratıcı insan bu sebepten dolayı Arthur Schopenhauer için en önemli insan türlerinden biridir. Yaratan insan, hayat ile paralel giden kişidir, dünyanın özünü, hakiki yanını yansıtan bireydir. Schopenhauer’e göre sanat istemenin yapısındaki özü yani ideyi ayna tuttuğu için idenin bile üstünde tutulmaya değerdir.

Hayatın hakiki yanı, istemenin kaçınılmaz ve her kişinin içinde ikilik oluşturan bir unsur olduğudur. Hayat durmaksızın bir acı çekme serüveni; bazıları bu acının farkında değiller, bazıları bu acıyı gören ve aşan, bazıları ise acının ve hakikiliğin arasında gidip gelenlerdir. Sanat ve sanatçı bizi bu serüvende eşlik eden, hayata parallel olan, bize ayna olan, hayatı yaşanabilir kılan başat değerdir. Sanat bize hayatı gösterir, felsefe ise hayatın ne olduğunu anlatır bize. Her insanın yapısında ortak olan yan duygularımız olduğu için ve sanat bu duyguları bize “kendimizi” gösterdiği için, kimse sanata ve yaratan insana “hayır” diyemez. Kimse hayatın ne olduğunu duymak istemez, kişiler “ne olduğunu” duymak ister. Bu yüzdendir ki, Bernhard nefret etse de, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp yine dönüp dolaşır sanata geri gelir, bu yüzdendir ki Kafka “edebiyat olmayan her şeyden nefret ediyorum” der, bu yüzdendir ki Gogol “edebiyat dışında yaşamım yok benim” der. Yaratıcı insanın yalanı yok, hikayesi yok; şahitleri var, bu da vücudundaki yazılardır.

DİPNOTLAR

1. Ioanna Kuçuradi, Schopenhauer ve insan, 2. Aufl (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2006), sy. 86.

2. Albert Camus’a ait bir söz. Örneğin: https://www.bilgiyayinevi.com.tr/anlayarak-bir-kitap-okumak-anlamadan-yuz-kitap-okumaktan-iyidir

3. Thomas Bernhard, Sezer Duru, ve Thomas Bernhard, Eski ustalar: roman, 1., bas bs, Yapı kredi yay 1634 (İstanbul: YKY, 2002).

4. “Tanım, akıl işidir; şiir ise akıl dışıdır.’’ -Melih Cevdet Anday

5. Emin Özdemir, O iyi kitaplar olmasaydı: eleştirel-öyküsel denemeler, Birinci baskı (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2017).

Gizem Çelik
Gizem Çelik
Gizem Çelik, Hacettepe Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuştur ve aynı bölümde yüksek lisans yapmaya devam etmektedir. Edebiyat, felsefe ve dilbilim, başlıca ilgi alanları olup bu alanlarda yazılar paylaşır. Kendi yazdığı şekilde "Kendi ''gönül gözüm''den düşüncelerimi ve bilgilerimi paylaşmak, kendimi daima geliştirmek ve ömür boyu öğrenci kalabilmek başlıca hedeflerimdir. Optimist bir kişi, Gottfried Wilhelm Leibniz'in ''mümkün dünyaların en iyisi'' sözünü paylaşır; pesimistler ise bunu kabul eder. Hep beraber daha ileriye... en iyiye..." "

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

En Çok Okunanlar

Yazar Olmak İstiyorum

Yeni ve güçlü akademik kadromuzla yayın hayatına başlayan Republica, Sosyoloji, Felsefe, Tarih ve Politika alanlarında kalemini konuşturmak isteyen yazarlara kapılarını açıyor!

İlgini Çekebilir
SOCIUS

Neoliberalizmin Temel Argümanlarını Yeniden Düşünmek: Hayek’in İnsan ve Toplum Tasarısı Gölgesinde Günümüz Toplumu

Bu yazıda Hayek’in ünlü Bilginin Toplumda Kullanımı makalesinin bilgiye...

Kadın ve Cinsel Mitler: Yanlış İnanışların Gölgesinde

Cinsellik, insan yaşamının doğal ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Merak...

Tarih Felsefesi ve Metodoloji: Tarihselcilik Nedir?

Bir düşünme biçimi olarak ilk kez Wilhelm Dilthey (1833-1911)...

Emek ve Kimlik Sömürüsü: Karl Marx ve Jacques Rancière’den Hareketle Faşizmi Politikadan Atmak

Emek sömürüsü, işçi sınıfının üretimdeki merkezi rolünü görünmez kılarak...